30 Mart 2008 Pazar

Bu seferlik küçük bir hikaye

-peki onun dertlerini kim dinleyecek ?
-onun dertlerini sen anlayabilirsin. o yüzden paylaşmak için seni bekleyecek.
-peki ben olduğumu anlayacak mı ?
-aslında bunu ben bile bilmiyorum, umarım anlayabilir.
-peki ben onu bulduğumu nasıl anlayacağım ?
-maalesef onu bulmadan anlamanın bir yolu yok. hayatın boyunca başkaları da olacak belki ama senin bile bulabilmen kesin değil. üzgünüm.
-yo, üzülmene gerek yok. sanırım ben onu bulabilirim, en azından bulabilmeliyim.
-peki sen nasıl anlayacağını düşünüyorsun ?
-bilmem. hem sen bilmiyosan benim bilmem biraz mantıksız olmaz mı ?
-hiç de değil. biyolojik olarak bir hayvandan farksızsın, ama kalbin sınırları yoktur. kan pompalamaktan başka görevleri de var.
-ya o beni aramıyor olursa ?
-bu da yüzleşmen gereken bir sorun, ama zaten eğer dertlerini sen anlayabileceksen o zaman seni bekliyor olması gerekir.
-burada konuşunca her şey çok mantıklı geliyor. madem bu kadar kolay neden her gün pek çok insan gerçek aşk için yalvarıyorlar ?
-bunun cevabı çok kolay. çünkü insanlar inanmıyorlar, ve inanlar bile korkuyor.
-iyi de aşktan neden korksunlar ?
-bu da kolay, çünkü körler. aşk o kadar büyük ve güçlü ki her insanın dünyası bunu yaşamak için yeterince büyük değil.
-peki aşk somut bişey mi ?
-aslında evet, ama insanlar bunu o kadar soyutlaştırdılar ki dünyada bunun somutluğunu görebilen çok az insan var.
-peki o görebiliyor mu ?
-bu biraz da sana bağlı. eğer göremiyorsa görebilmesini sağlayabilirsin.
-ama ya asla göremezse ?
-yine sana bağlı, eğer onu o halinde bile kabul etmeye razıysan senin bileceğin bir şey.
-ama benim görebilmem adil değil bu durumda.
-evet zaten kimse sana adil olduğunu söylemedi. bunu taşımak kolay değil biliyorum ama birinin yapması lazım.
-ben böyle bir şeyi asla istemedim ki. aşk ne kadar güçlü olursa olsun onu öldürebilirim.
-evet tabi ki. senin için onu öldürmesi zor da olsa öldürebilirsin. sonuçta bu yüzden çok ağlayacağını sana şimdiden garanti edebilirim. insanları üzeceksin, ve insanlar da seni üzecek.
-iyi de neden ?
-basit. böyle olması gerekiyor.
-peki aşkın somut bir şey olduğunu söylemiştin, bu nasıl olabiliyor ?
-sorunun cevabı kendinde saklı. aşık bir insan eğer bu hissi layığıyla yaşıyorsa ölüme bile gülümseyebilir. arıya alerjisi olan kovana dalar, hatta fareden korkan fil bile lağımda yaşamaya ikna olur.
-bir soru daha sorabilir miyim ?
-bu son olsun lütfen.
-peki. aşık olduğumu nasıl anlayacağım ? yani onu diğerlerinden farklı kılan ne olacak ?
-şunu unutma, bir kez aşık olmayacaksın. bu pek çok kez tadacağın kimi zaman zevk kimi zaman keder olacak. ancak kalbinde bu yaralar ve küçük mutluluk birikintileri olmadan asla en gerçeğine hazır olamazsın. onu nasıl anlayacağına gelince... küçücük kalbini söküp ona hediye etmek gelecek içinden, ve kalbin onun yerine onu buraya koy diyecek sana. gözlerin dolacak ve ağlayacaksın ama gözyaşların akmayacak. senin için güneşin batıdan doğması fark etmeyecek.
-sen her zaman yanımda olacak mısın ?
-bu tamamen sana bağlı. her gece seni izliyor olacağım bu kesin, ve senin büyümeni, farklı insanlarla kesişen yollarını göreceğim. ancak ne zaman aşka inanmayı bırakırsan, hatta aşktan şüphe edersen bir karanlığa düşeceksin. unutma bu senin en büyük dayanağın olmalı.
-onun gözlerine bakmak için sabırsızlanıyorum...
-onun gözleri de seninkileri aramaktan yoruluyor. bence onu daha fazla bekletmemelisin.
-bence beklemeli. çünkü gözlerine her baktığımda ona verdiğim değeri anlaması için beklemesi gerek.
-oyunu öğrenmişsin.
-çok iyi bir öğretmenim vardı.
-sana son bir ders. biri için yaptığın fedakarlıktan daha fazlasını bir sonraki için yap.
-bu sayede en sonuncu aniden en değerli olacak değil mi ?
-kesinlikle. ve unutma, kıymet bilmeyen insanlar seni üzecekler.
-onlar için şimdiden üzülüyorum. umarım bir kaç kişiyi tekrar bunun gerçekliğine inandırabilirim.
-şimdilik hoşçakal.
-tekrar ne zaman görüşeceğiz ?
-bunun için tarih vermek yapılacak en acımasız şey olur. ama senin gülümseyeceğini biliyorum. kalbinin atışı denizlerin gel-gitleri gibi. bana anlatacakların için sabırsızlanıyorum.
-her şey için teşekkür ederim.
-hadi bakalım küçük çocuk. seni bekleyen koca bir serüven var önünde.....

25 Mart 2008 Salı

Yine de İstanbul

Çok güzel bir yer ya şu şehr-i İstanbul. Gerçi ben çirkin desem ne olacak insanlar yüzyıllardır şiirler şarkılar yazmış kendisine sanki benim onu niteleyen sıfatlarından bir tanesini değiştirmem bir şey fark ettirecek gibi. Bu defa İstanbuldan geleli çok olmadı, bi sayayım.. sanırım 21 mart günü oradaydık bir arkadaşımla beraber. kalmadık bile zaten gidişimiz bile aksiyon filmlerinden fırlamış gibiydi kalmaya lüzum görmedik. bi dahaki sefere artık. çok da gezemedik doğrusu yanımdaki arkadaşım çok uzun yıllardır ilk kez istanbula geliyordu, ama benim de söz verdiğim birini görmek zorunda olmamdan ötürü bana ayak uydurmak zorunda kaldı. En nihayetinde sultanahmet camii'ni gezebildik ama ayasofya ile topkapı sarayı için vaktimiz yetmedi, kapanışlarına yetişebildik.

Her gittiğimde düşünürüm istanbulun en çok neresini nesini seviyorum diye. bi kere pahalı şehir yaşamak için paranın olması lazım gerçek anlamda. ikincisi çok dönek bir şehir, bir gün caddede yıllardır görmediğin bir arkadaşına rastlarken bir başka gün tinerciler peşinden koşturabiliyor. ama her gittiğimde söylediğim bir şey var ki sanırım genel olarak insanların istanbuldan vazgeçememe sendromunun bende ki etkisi de bu: "yine de istanbul". Ortaköydeki bir kafeterya da sabahın çok erken saatinde kahvaltı ediyoruz. düşünün ki daha istanbulun ışıkları yeni sönüyor, orada küpe toka vb herşeyi satan çingene nineler yok daha ortalarda. Dayanamayıp söyledim görevli arkadaşa: "yav biz ankaradan geliyoruz, evler, yurtlar, okullar dağa taşa bakıyor, siz her sabah burada çalışmaya denizi görerek başlıyorusunuz". Görevli arkadaşın yüzüne acı bir sırıtış yayılıyor, "biz görmekten bıktık artık" diyor. An itibari ile düşününce istanbuldan nasıl bıkılır aklım almıyor benim, onca tarihi güzelliği olan, gemilerin bile yürüyerek geçtiği haliç'e her sabah uyanan insanlar bunları söylüyor artık bıktık diyorlar. Ben deniz kenarında büyümedim ama orada büyüyen insanların denizi olmayan yerlerde nasıl sudan çıkmış balık gibi çırpındıklarını görüyorum.

Akşam saatlerine yaklaşırken, bir de istiklal caddesine götürüyorum arkadaşı, bilenler bilir, taksim meydanından istiklal caddesine girmeden önce tümsek diye nitelenebilecek bir yer vardır, caddenin bir kısmını görür ve genelde iğne atsan yere düşmeyecek şekildedir. Çok yakın bir arkadaşım o manzarayı "buraya taksim bi milyon denir olm" diyerek tarif etmişti. Gittiğimiz gün bir milyondan daha ziyade beş milyona falan benziyordu, bir de akşam saatlerine yakın olunca makul bir rakam sanırım. O inanılmaz kalabalıkta caddenin sonuna kadar gidemedik vaktimizin kısıtlı olduğundan dolayı, ama galatasaray lisesinin önüne gelince arkadaşıma liseyi göstererek "burası da galatasarayın meşhur kapısı bak bakalım" dedim. Sanırım basit bir lise kapısı görmeyi bekliyordu çünkü verdiği tepkiler genelde "ooooooooohaaaaaaaaaa" şeklinde nidalardan ibaretti. sonra da "millet nerde okuyor biz nerde" diyerek belki de istanbul aşıklığının ilk belirtilerini gösterdi ki bunu diyen arkadaşım deniz kenarında, izmirde yetişmiş bir şahıstır. Yazıların kaç kişi tarafından okunduğunu falan bilemeyeceğim, ama sadece bir tavsiye vereyim ankaradan istanbula gidecek olanlara: trenle gidin. biz o kadar çok alıştık ki uçağın kısa sürede oraya gitmesine, veya otobüslerin rahatsız koltuklarına, demir yollarını kullanmaya üşeniyoruz. Hemen hemen her tür seyahat aracını (feribottan deniz otobüsüne, şahsi arabadan uçağa, gemiden trene) kullanmış biri olarak açıklıkla söylüyorum bu güne kadar tren kadar rahatını kullanmadım. Canın mı sıkıldı arkadaş, geç yemek vagonuna, hem tanımadığın insanlarla tanış, hem içkinden yudumla. açsan yemek de yersin işte fena mı. hem haydarpaşa garında inip de karşına martılar çıkınca birden bire garın kapısından çıkarken "yine de istanbul" diyor insan. Gitmişken bakmayı da unutmayın gardan çıkarken sol taraftaki sutunun üzerindeki camlardan bir tanesinde güzelce saklanmış bir Türk bayrağı vardır. neyse uzatmadan devam edeyim, akşam olduktan sonra beşiktaş iskelesinden biniyorsunuz vapura, kadıköy iskelesine doğru. ininceye kadar istanbul bir kaç kez daha bana "yine de istanbul" dedirtiyor, bir yandan kuleli askeri lisesi selam duruyor karşımda diğer yandan topkapı sarayı bütün haşmetiyle yükseliyor istanbulun sayısız tepeciklerinden birinin üstünde. unutursak olmaz galata kulesinin tepesinde insanları bile seçebilirsiniz eğer gözleriniz çok da bozuk değilse. yola devam ederken başka yerler de var elbet ama hem saymakla bitmeyecek kadar çoklar hem de zaten hepsinin adını bilmiyorum. başka bir arkadaşım arıyor telefonla vapurdayken, ve "şerefsizler, itler, niye ben de yanınızda değilim" diye bize bağırıp çağırıyor. telefondan manzarayı anlatmaya çalışıyorum da hiç kolay değil istanbulun manzarasını orayı yılda bir gören biri için tarif etmek. bütün güzellikleri önümüzde istanbulun bizden hiçbir şey saklamıyor sanki o an, zaten birkaç saniye sonra arkadaşım da "lan şu istanbul süper bi yermiş abi" diyor ve beraber gülmeye başlıyoruz. Hava ya iki ya üç derece soğuk yani, zaten sabah ta yağmurlu idi ama bu hava koşullarında bu kadar az gezmiş bi adama (ki zor beğenir) kendisini beğendirebiliyorsa istanbul, değmeyin keyfimize.

Çok fazla tanıdığım yok istanbulda toplasan on kişi falan ancak eder, çoğu da sevmiyor o şehri ama vapurdan inmeden önce düşündüğüm şeyi arkadaşım sesli olarak dile getiriyor : "Fatih (sultan 2.mehmet), iyiki aldın be şuraları". Kadıköy iskelesinde iniyoruz, sabahleyin ortaköyde bizi selamlayan deniz, bu kez haydarpaşaya doğru yürürken veda ediyor. Son kez çekiyorum içime o güzelim iyot kokusunu, zaten karman çorman olan aklımda martı sesleri yankılanıyor. Trenimizin kalkmasına daha 45-50 dk var o zamanı çay içerek geçiriyoruz, arkadaşım bana takılıyor arada ama sonuçta ikimiz de gelmekten memnunuz. Normalde hep sıcak olan ellerim trene binerken titriyor, daha kalkmasına da vakit var aslında, ama yorucu günün ağırlığını koltuklarda sızarak atarız diyoruz. Bu umudumuz koskoca 60 kişilik vagonda çıkabilecek 3 tane ters koltuğun bize çıkması ile bir hayli kırılsa da arabanın gaz-fren-debriyaj kombinasyonun yorgunluğu bir de gezmenin yürümenin ve o günün genel yorgunluğu ile birleşiyor ve deliksiz bir uyku uyuyorum. rüya görmüyorum o gece, zaten çok rüya görmem ben, ama sabah gözlerimi açtığımda karşıma çıkan manzara ile bir önceki sabah çıkan manzarayı karşılaştırıyorum. içim ağlıyor resmen ve diyorum ki "yine de istanbul lan yine de istanbul. gene de giderim gene de giderim". zaten daha trenden inmeden istanbul için gidiş tarihi belirleme çabalarımız başlıyor. çok şarkısını bilmesem de trenden inerken kulağımda pinhani'nin "hele bi gel" isimli şarkısı çalıyor, gözümün önünde de "yine de istanbul" var.

12 Mart 2008 Çarşamba

Şimdiden başlamak istemezdim ama...

aslında bugünden yazmaya başlamak istemezdim ama yavaş yavaş bekleyerektense damdan düşer gibidir benim tarzım genelde, tanıyanlar bilir zaten. bilgisayar mühendisliği okumanın zorluğundan yakınan benim gibi pek çok insan olduğunu da düşünüyorum zaten şu sıralar almakta olduğum Operating Systems adlı bir ders insanın suyunu rahatça çıkarmaya yetiyor. aslında mühendisleri biraz da ot gibi yetiştirmelerinin sebebi sanırım çok ağır çalışmaya alışmalarının istenmesi ancak bence bu sistem yeterince iyi işlemiyor, çünkü takım çalışması olması lazım, biz tanımadığımız insanlarla sadece 2 gün içerisinde kaynaşıp proje yapması beklenen bir mühendislik kuşağı olarak yetiştiliyoruz. gerçi eğitim sistemini sorgulamak benim işim değil (daha önce çok sorguladım bişi olduğu yok :p) ama insan düşünüyo bazen nasıl daha iyi olabilir diye, belki insanları daha çok teşvik etmek gerekiyodur, ama bunun yolunun zorlamaktan geçtiğini zannetmiyorum. Şimdi yazıyı okurken eğer zorlamazlarsa çalışmazsın ki diyebilirsiniz ki bu da doğru ancak lüzumsuz zorlamalar yerine düzenli projeler olsa daha iyi olmaz mı ? en önemlisi de gerçek hayatta okullarda zorla yaptırılıdığının binde biri kadar önemli olmadığını düşündüğüm raporlardan kurtulmak olurdu heralde... Nerden geldim mühendisliğe yaa :D gerçi benden mühendisten başka bişiy de olmazdı ama...

İlk yazı

uzun zamandır yazı yazacak bir yer arıyordm, aslında blog işine karşıyım bile denebilir insanlarının düşüncelerini belki de bu kadar açıkça paylaşabildikleri bir yer yoktur sanırım. Yine de insanın kafasındaki şeyleri yazabilecek bir yer olması güzel, hem yazılarım biriktikçe birikti sanırım artık bişileri buralara yazmanın zamanı geldi. Şimdilik bu kadar ...