Çok güzel bir yer ya şu şehr-i İstanbul. Gerçi ben çirkin desem ne olacak insanlar yüzyıllardır şiirler şarkılar yazmış kendisine sanki benim onu niteleyen sıfatlarından bir tanesini değiştirmem bir şey fark ettirecek gibi. Bu defa İstanbuldan geleli çok olmadı, bi sayayım.. sanırım 21 mart günü oradaydık bir arkadaşımla beraber. kalmadık bile zaten gidişimiz bile aksiyon filmlerinden fırlamış gibiydi kalmaya lüzum görmedik. bi dahaki sefere artık. çok da gezemedik doğrusu yanımdaki arkadaşım çok uzun yıllardır ilk kez istanbula geliyordu, ama benim de söz verdiğim birini görmek zorunda olmamdan ötürü bana ayak uydurmak zorunda kaldı. En nihayetinde sultanahmet camii'ni gezebildik ama ayasofya ile topkapı sarayı için vaktimiz yetmedi, kapanışlarına yetişebildik.
Her gittiğimde düşünürüm istanbulun en çok neresini nesini seviyorum diye. bi kere pahalı şehir yaşamak için paranın olması lazım gerçek anlamda. ikincisi çok dönek bir şehir, bir gün caddede yıllardır görmediğin bir arkadaşına rastlarken bir başka gün tinerciler peşinden koşturabiliyor. ama her gittiğimde söylediğim bir şey var ki sanırım genel olarak insanların istanbuldan vazgeçememe sendromunun bende ki etkisi de bu: "yine de istanbul". Ortaköydeki bir kafeterya da sabahın çok erken saatinde kahvaltı ediyoruz. düşünün ki daha istanbulun ışıkları yeni sönüyor, orada küpe toka vb herşeyi satan çingene nineler yok daha ortalarda. Dayanamayıp söyledim görevli arkadaşa: "yav biz ankaradan geliyoruz, evler, yurtlar, okullar dağa taşa bakıyor, siz her sabah burada çalışmaya denizi görerek başlıyorusunuz". Görevli arkadaşın yüzüne acı bir sırıtış yayılıyor, "biz görmekten bıktık artık" diyor. An itibari ile düşününce istanbuldan nasıl bıkılır aklım almıyor benim, onca tarihi güzelliği olan, gemilerin bile yürüyerek geçtiği haliç'e her sabah uyanan insanlar bunları söylüyor artık bıktık diyorlar. Ben deniz kenarında büyümedim ama orada büyüyen insanların denizi olmayan yerlerde nasıl sudan çıkmış balık gibi çırpındıklarını görüyorum.
Akşam saatlerine yaklaşırken, bir de istiklal caddesine götürüyorum arkadaşı, bilenler bilir, taksim meydanından istiklal caddesine girmeden önce tümsek diye nitelenebilecek bir yer vardır, caddenin bir kısmını görür ve genelde iğne atsan yere düşmeyecek şekildedir. Çok yakın bir arkadaşım o manzarayı "buraya taksim bi milyon denir olm" diyerek tarif etmişti. Gittiğimiz gün bir milyondan daha ziyade beş milyona falan benziyordu, bir de akşam saatlerine yakın olunca makul bir rakam sanırım. O inanılmaz kalabalıkta caddenin sonuna kadar gidemedik vaktimizin kısıtlı olduğundan dolayı, ama galatasaray lisesinin önüne gelince arkadaşıma liseyi göstererek "burası da galatasarayın meşhur kapısı bak bakalım" dedim. Sanırım basit bir lise kapısı görmeyi bekliyordu çünkü verdiği tepkiler genelde "ooooooooohaaaaaaaaaa" şeklinde nidalardan ibaretti. sonra da "millet nerde okuyor biz nerde" diyerek belki de istanbul aşıklığının ilk belirtilerini gösterdi ki bunu diyen arkadaşım deniz kenarında, izmirde yetişmiş bir şahıstır. Yazıların kaç kişi tarafından okunduğunu falan bilemeyeceğim, ama sadece bir tavsiye vereyim ankaradan istanbula gidecek olanlara: trenle gidin. biz o kadar çok alıştık ki uçağın kısa sürede oraya gitmesine, veya otobüslerin rahatsız koltuklarına, demir yollarını kullanmaya üşeniyoruz. Hemen hemen her tür seyahat aracını (feribottan deniz otobüsüne, şahsi arabadan uçağa, gemiden trene) kullanmış biri olarak açıklıkla söylüyorum bu güne kadar tren kadar rahatını kullanmadım. Canın mı sıkıldı arkadaş, geç yemek vagonuna, hem tanımadığın insanlarla tanış, hem içkinden yudumla. açsan yemek de yersin işte fena mı. hem haydarpaşa garında inip de karşına martılar çıkınca birden bire garın kapısından çıkarken "yine de istanbul" diyor insan. Gitmişken bakmayı da unutmayın gardan çıkarken sol taraftaki sutunun üzerindeki camlardan bir tanesinde güzelce saklanmış bir Türk bayrağı vardır. neyse uzatmadan devam edeyim, akşam olduktan sonra beşiktaş iskelesinden biniyorsunuz vapura, kadıköy iskelesine doğru. ininceye kadar istanbul bir kaç kez daha bana "yine de istanbul" dedirtiyor, bir yandan kuleli askeri lisesi selam duruyor karşımda diğer yandan topkapı sarayı bütün haşmetiyle yükseliyor istanbulun sayısız tepeciklerinden birinin üstünde. unutursak olmaz galata kulesinin tepesinde insanları bile seçebilirsiniz eğer gözleriniz çok da bozuk değilse. yola devam ederken başka yerler de var elbet ama hem saymakla bitmeyecek kadar çoklar hem de zaten hepsinin adını bilmiyorum. başka bir arkadaşım arıyor telefonla vapurdayken, ve "şerefsizler, itler, niye ben de yanınızda değilim" diye bize bağırıp çağırıyor. telefondan manzarayı anlatmaya çalışıyorum da hiç kolay değil istanbulun manzarasını orayı yılda bir gören biri için tarif etmek. bütün güzellikleri önümüzde istanbulun bizden hiçbir şey saklamıyor sanki o an, zaten birkaç saniye sonra arkadaşım da "lan şu istanbul süper bi yermiş abi" diyor ve beraber gülmeye başlıyoruz. Hava ya iki ya üç derece soğuk yani, zaten sabah ta yağmurlu idi ama bu hava koşullarında bu kadar az gezmiş bi adama (ki zor beğenir) kendisini beğendirebiliyorsa istanbul, değmeyin keyfimize.
Çok fazla tanıdığım yok istanbulda toplasan on kişi falan ancak eder, çoğu da sevmiyor o şehri ama vapurdan inmeden önce düşündüğüm şeyi arkadaşım sesli olarak dile getiriyor : "Fatih (sultan 2.mehmet), iyiki aldın be şuraları". Kadıköy iskelesinde iniyoruz, sabahleyin ortaköyde bizi selamlayan deniz, bu kez haydarpaşaya doğru yürürken veda ediyor. Son kez çekiyorum içime o güzelim iyot kokusunu, zaten karman çorman olan aklımda martı sesleri yankılanıyor. Trenimizin kalkmasına daha 45-50 dk var o zamanı çay içerek geçiriyoruz, arkadaşım bana takılıyor arada ama sonuçta ikimiz de gelmekten memnunuz. Normalde hep sıcak olan ellerim trene binerken titriyor, daha kalkmasına da vakit var aslında, ama yorucu günün ağırlığını koltuklarda sızarak atarız diyoruz. Bu umudumuz koskoca 60 kişilik vagonda çıkabilecek 3 tane ters koltuğun bize çıkması ile bir hayli kırılsa da arabanın gaz-fren-debriyaj kombinasyonun yorgunluğu bir de gezmenin yürümenin ve o günün genel yorgunluğu ile birleşiyor ve deliksiz bir uyku uyuyorum. rüya görmüyorum o gece, zaten çok rüya görmem ben, ama sabah gözlerimi açtığımda karşıma çıkan manzara ile bir önceki sabah çıkan manzarayı karşılaştırıyorum. içim ağlıyor resmen ve diyorum ki "yine de istanbul lan yine de istanbul. gene de giderim gene de giderim". zaten daha trenden inmeden istanbul için gidiş tarihi belirleme çabalarımız başlıyor. çok şarkısını bilmesem de trenden inerken kulağımda pinhani'nin "hele bi gel" isimli şarkısı çalıyor, gözümün önünde de "yine de istanbul" var.
Her gittiğimde düşünürüm istanbulun en çok neresini nesini seviyorum diye. bi kere pahalı şehir yaşamak için paranın olması lazım gerçek anlamda. ikincisi çok dönek bir şehir, bir gün caddede yıllardır görmediğin bir arkadaşına rastlarken bir başka gün tinerciler peşinden koşturabiliyor. ama her gittiğimde söylediğim bir şey var ki sanırım genel olarak insanların istanbuldan vazgeçememe sendromunun bende ki etkisi de bu: "yine de istanbul". Ortaköydeki bir kafeterya da sabahın çok erken saatinde kahvaltı ediyoruz. düşünün ki daha istanbulun ışıkları yeni sönüyor, orada küpe toka vb herşeyi satan çingene nineler yok daha ortalarda. Dayanamayıp söyledim görevli arkadaşa: "yav biz ankaradan geliyoruz, evler, yurtlar, okullar dağa taşa bakıyor, siz her sabah burada çalışmaya denizi görerek başlıyorusunuz". Görevli arkadaşın yüzüne acı bir sırıtış yayılıyor, "biz görmekten bıktık artık" diyor. An itibari ile düşününce istanbuldan nasıl bıkılır aklım almıyor benim, onca tarihi güzelliği olan, gemilerin bile yürüyerek geçtiği haliç'e her sabah uyanan insanlar bunları söylüyor artık bıktık diyorlar. Ben deniz kenarında büyümedim ama orada büyüyen insanların denizi olmayan yerlerde nasıl sudan çıkmış balık gibi çırpındıklarını görüyorum.
Akşam saatlerine yaklaşırken, bir de istiklal caddesine götürüyorum arkadaşı, bilenler bilir, taksim meydanından istiklal caddesine girmeden önce tümsek diye nitelenebilecek bir yer vardır, caddenin bir kısmını görür ve genelde iğne atsan yere düşmeyecek şekildedir. Çok yakın bir arkadaşım o manzarayı "buraya taksim bi milyon denir olm" diyerek tarif etmişti. Gittiğimiz gün bir milyondan daha ziyade beş milyona falan benziyordu, bir de akşam saatlerine yakın olunca makul bir rakam sanırım. O inanılmaz kalabalıkta caddenin sonuna kadar gidemedik vaktimizin kısıtlı olduğundan dolayı, ama galatasaray lisesinin önüne gelince arkadaşıma liseyi göstererek "burası da galatasarayın meşhur kapısı bak bakalım" dedim. Sanırım basit bir lise kapısı görmeyi bekliyordu çünkü verdiği tepkiler genelde "ooooooooohaaaaaaaaaa" şeklinde nidalardan ibaretti. sonra da "millet nerde okuyor biz nerde" diyerek belki de istanbul aşıklığının ilk belirtilerini gösterdi ki bunu diyen arkadaşım deniz kenarında, izmirde yetişmiş bir şahıstır. Yazıların kaç kişi tarafından okunduğunu falan bilemeyeceğim, ama sadece bir tavsiye vereyim ankaradan istanbula gidecek olanlara: trenle gidin. biz o kadar çok alıştık ki uçağın kısa sürede oraya gitmesine, veya otobüslerin rahatsız koltuklarına, demir yollarını kullanmaya üşeniyoruz. Hemen hemen her tür seyahat aracını (feribottan deniz otobüsüne, şahsi arabadan uçağa, gemiden trene) kullanmış biri olarak açıklıkla söylüyorum bu güne kadar tren kadar rahatını kullanmadım. Canın mı sıkıldı arkadaş, geç yemek vagonuna, hem tanımadığın insanlarla tanış, hem içkinden yudumla. açsan yemek de yersin işte fena mı. hem haydarpaşa garında inip de karşına martılar çıkınca birden bire garın kapısından çıkarken "yine de istanbul" diyor insan. Gitmişken bakmayı da unutmayın gardan çıkarken sol taraftaki sutunun üzerindeki camlardan bir tanesinde güzelce saklanmış bir Türk bayrağı vardır. neyse uzatmadan devam edeyim, akşam olduktan sonra beşiktaş iskelesinden biniyorsunuz vapura, kadıköy iskelesine doğru. ininceye kadar istanbul bir kaç kez daha bana "yine de istanbul" dedirtiyor, bir yandan kuleli askeri lisesi selam duruyor karşımda diğer yandan topkapı sarayı bütün haşmetiyle yükseliyor istanbulun sayısız tepeciklerinden birinin üstünde. unutursak olmaz galata kulesinin tepesinde insanları bile seçebilirsiniz eğer gözleriniz çok da bozuk değilse. yola devam ederken başka yerler de var elbet ama hem saymakla bitmeyecek kadar çoklar hem de zaten hepsinin adını bilmiyorum. başka bir arkadaşım arıyor telefonla vapurdayken, ve "şerefsizler, itler, niye ben de yanınızda değilim" diye bize bağırıp çağırıyor. telefondan manzarayı anlatmaya çalışıyorum da hiç kolay değil istanbulun manzarasını orayı yılda bir gören biri için tarif etmek. bütün güzellikleri önümüzde istanbulun bizden hiçbir şey saklamıyor sanki o an, zaten birkaç saniye sonra arkadaşım da "lan şu istanbul süper bi yermiş abi" diyor ve beraber gülmeye başlıyoruz. Hava ya iki ya üç derece soğuk yani, zaten sabah ta yağmurlu idi ama bu hava koşullarında bu kadar az gezmiş bi adama (ki zor beğenir) kendisini beğendirebiliyorsa istanbul, değmeyin keyfimize.
Çok fazla tanıdığım yok istanbulda toplasan on kişi falan ancak eder, çoğu da sevmiyor o şehri ama vapurdan inmeden önce düşündüğüm şeyi arkadaşım sesli olarak dile getiriyor : "Fatih (sultan 2.mehmet), iyiki aldın be şuraları". Kadıköy iskelesinde iniyoruz, sabahleyin ortaköyde bizi selamlayan deniz, bu kez haydarpaşaya doğru yürürken veda ediyor. Son kez çekiyorum içime o güzelim iyot kokusunu, zaten karman çorman olan aklımda martı sesleri yankılanıyor. Trenimizin kalkmasına daha 45-50 dk var o zamanı çay içerek geçiriyoruz, arkadaşım bana takılıyor arada ama sonuçta ikimiz de gelmekten memnunuz. Normalde hep sıcak olan ellerim trene binerken titriyor, daha kalkmasına da vakit var aslında, ama yorucu günün ağırlığını koltuklarda sızarak atarız diyoruz. Bu umudumuz koskoca 60 kişilik vagonda çıkabilecek 3 tane ters koltuğun bize çıkması ile bir hayli kırılsa da arabanın gaz-fren-debriyaj kombinasyonun yorgunluğu bir de gezmenin yürümenin ve o günün genel yorgunluğu ile birleşiyor ve deliksiz bir uyku uyuyorum. rüya görmüyorum o gece, zaten çok rüya görmem ben, ama sabah gözlerimi açtığımda karşıma çıkan manzara ile bir önceki sabah çıkan manzarayı karşılaştırıyorum. içim ağlıyor resmen ve diyorum ki "yine de istanbul lan yine de istanbul. gene de giderim gene de giderim". zaten daha trenden inmeden istanbul için gidiş tarihi belirleme çabalarımız başlıyor. çok şarkısını bilmesem de trenden inerken kulağımda pinhani'nin "hele bi gel" isimli şarkısı çalıyor, gözümün önünde de "yine de istanbul" var.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder