12 Eylül 2008 Cuma

Livin' on the edge

This one will be in english so if you don't like to read more and more english every day you can skip this one. The reason I decided to write this in english is because for this one moment right now, I want to write in english, the language that we watch the movies of love and passion (ok. maybe french movies are much better in this sense). During the boring single way of life which many many people have in the world now, I decided to write again; but the funny thing is my job supposed to be one of the most boring jobs ever made, which is computer science and engineering. Going to work at 8.00 am in the morning and after 5.00 pm returning to your home and friends is a bit (well not a bit!) disappointing since while living the childhood we all dreamed to have different lives, which includes a lot of fun. The more we age the less fun exists in our lives, in every way because the time shrinks, your job, sleep. Yet again, there are many things that give people power to provide what they really want, at least I believe it. To be honest I believe that if you are successful you deserve a good life, but being successful in only your job field may not be enough for the life you want, which I think is the situation for most of the students. Thou shall also be lucky which is most of the time provided by god himself, and if you are both lucky and successful I see no reason (I don't see anyone but some people may) for you to live the life you want.
What kind of life you want ? Joy, lots of friends, alive, partying every night coming late, drinking a lot, doing a good job ? Or more peaceful like a house near the sea, waking up by ocean voice, playing with your dog ? The point here is what kind of person you are, because if you are a normal person you have to want the whole pie which includes everything in life, it is like an "alles-inclusive" hotel packet for vacation. Several million dollars, a great house, perfect wife/girlfriend, kids, car, job, party, approximately everything a person can think of. So now the problem is how many years an ordinary (yes yes it is you!) person needs to spend to be one of the coolest people ever lived on the planet. Oh I forgot, maybe you are one of the people that want their name to live forever in the history of mankind (who am I kiddin' by the way everyone likes this idea), maybe 50 years ? Einstein found the nuclear bomb and the e=mc^2 formula which (until now without any problems) provided him a permanent name on earth. So 50 years is enough I think, but after 50 years people always say "oh I want to be at your age" (which is 19 now, and I think I ruined the (supposed to be) best 3 years of my life by doing the things I don't want to.) and they add, "you should know the value for these ages".
The paranthesis' start to look like I'm coding now, then why not try a piece of:
/*
**Author: god
**Purpose:humanity
**/
public class Earth implements Mountains, Oceans, Animals, Plants, Seas, Lochness
{
public Earth(Person Adam, Person Eve)
{
static int days = 7 ;
static long int peoples ~= 6.000.000.000;
static double speed = 40000/24; /*km/h*/
}
public bool rotation()
{
if(speed!=40000/24)
return false;
else
return true ;
}
public static void main(String[] args)
{
System.run(new Earth(adam, eve));
if(!earth.rotation())
System.dispose(this.Earth);
Universe.exit();
}
}
Here, a basic code for our lives. God damn it, we are not even in the main method.

7 Eylül 2008 Pazar

Turkcell'de staj

İnternetten başlamadan önce çok araştırmıştım öyle çok detaylı bir bilgi bulamamıştım. Stajımın bitmesine bir hafta kalan arkadaşlarla Turkcell'de staj yapmanın nasıl bir duygu olduğunu ve size neler kattığını paylaşmak istedim. Öncelikle Turkcell hakkında biraz genel bilgi verelim: Turkcell Türkiye'nin ilk GSM operatörü, 1994 yılının şubat ayında kurulmuş, ve bugün yaklaşık 35 milyon aboneye hizmet vererek Türkiye'deki GSM sektörü pastasından en büyük payı koparan şirket. Aynı zamanda New York borsasına açılabilmiş tek Türk şirketi, bu açıdan da büyük bir önem teşkil ediyor. Bununla beraber Türkiye'nin %100'ünü ve dünyanın da çok büyük bir bölümünü yabancı operatörle "roaming" anlaşması yaparak kapsıyor. Yani en işlerini en titiz tutan operatörlerden bir tanesi. Bu yüzden de doğal olarak Türkiye'de veya yurtdışında öğrenim görüp iyi bir şirkette staj yapmak isteyen uygun bölümlerdeki (işletme, mühendislik, pazarlama vb.) öğrencilerin kritik bir hedefi haline geliyor.
Öncelikle şunu belirtelim Turkcell'de staj yapmak çok da kolay bir iş değil, güçlü bir CV'niz olması gerekiyor; burada çalışan insanlar gerçekten işini iyi yapan ve kazandığı parayı hak eden insanlar. Turkcell'in size stajda sağladığı şeyleri sayacak olursak; asgari ücret kadar maaş alıyorsunuz, ticket şirketinden size verilen bir kart sayesinde ister yemekhanesinde ister dışarıda yemek yiyebiliyorsunuz, çoğunlukla çalıştığınız ofisteki insanlarla aynı şartlara sahip oluyorsunuz, aynı büyüklükte bir bölme, telefon, bir bilgisayar, sınırsız çay, kahve, kola, fanta, gazoz gibi içecek hastalarını cezbedecek özellikler de yok değil. Bunlar güzel özellikleri ancak bir de stajın sizin için ne kadar yararlı olacağını göz önünde bulundurmakta fayda var. Her şeyden önce çalışacağınız departmanın sizin için en yararlı departman olduğunda karar kılmalısınız, yani eğer mesleğiniz elektronik haberleşme mühendisliği ise, gidip o mühendislerin çalıştığı departmanı öğrenmeli ve şehir farkı gözetmeden o departmanda staj yapmalısınız, bu hem sizin hem de Turkcell için en önemli şey. Bundan sonra göstereceğiniz başarı sizin ileride işe alınmanızda etkili rol oynayabilir. Çalışma saatleri diğer pek çok şirket gibi sabah 8 akşam 5 ve servisleri var, aynı zamanda çalışanlarına çok iyi baktığını düşünürsek (cep telefonları, laptoplar, pda'ler, hediyeler, yarışmalar vs vs...) başvuru sayısının çok olacağı bir şirket olduğu kesinlik kazanıyor, bu da sizin bu yarışa ne kadar önde başlarsanız o kadar avantajlı olduğunuzu gösterir. Ekip genelde dinç ve dinamik bir ekip, eğlence anlayışı pek çok insanla uyuşuyor o yüzden gerçekten sorunsuz bir staj yaşıyorsunuz.
Staj için başvurunun çok olacağını düşünüyorsanız bu konuda da haklısınız. O yüzden işte size birkaç tane ipucu, bunlar kesin işe yarar demeyeceğim çünkü genel-geçer şeyler yani her yerde işinize yarayacak şeyler ancak umarım başvuruyorsanız kabul edilir.
- CV'niz güçlü olsun. Daha önce çalışma deneyiminiz yoksa gerçek anlamda bildiklerinizi yazın ancak şişirmeyin veya boş yere sayfalarca yazı yazmayın.
- Çalışma deneyiminiz varsa orta detayda bunu anlatın, ve iş yapabildiğinize onları ikna edin.
- Eğer mülakata çağırılırsanız büyük ihtimalle yolun yarısına gelmişsiniz demektir ama unutmayın yarısı yetmez. Burada kendinize güven duyduğunuzu ve bunu yapabileceğinizi onlara gösterin, bilgilerinizden bahsedin, ve onlara yeni ne sunabileceğinizi söyleyin. (ben bir buçuk sayfa yazı yazmıştım hazırlık olarak ve içinde gerçekten yenilikçi fikirler vardı!) Orada çalışan insanlar da sizden çok farklı değiller, ama yeni bir fikir gerçekten sizin alınmanızda önemli rol oynar; bu hem yaratıcılığınızı hem de becerinizi gösterir.
- Turkcell'de çalışan insanlar bunun bir ayrıcalık olduğunu biliyorlar, o yüzden bunu onlara çok fazla hatırlatılmasına ihtiyaçları yok. "Piyasada lider", "bir mühendis için uygun tek yer", "tek operatör" gibi laflara karınlarının tok olduğundan eminim. Yine de illa söyleyeceğim diyorsanız bunu onların gözünü boyamak için söylemeyin, çünkü zaten biliyorlar. Açık sözlü olun, "Cv'imde Turkcell iyi gözükür diye düşündüm" deyin veya bunun gibi şeyler, gerçekten düşündüklerinizi söyleyin, çünkü onlar ne düşündüğünüzü az çok tahmin edebiliyorlar, siz işe aldıkları ne ilk stajyersiniz, ne de sonuncu olacaksınız :) . Bunlar tabi ki sadece benim düşüncelerim, sizi yanlış yönlendirmek istemem, sonuçta herkes kendi hareketlerinden sorumludur, ancak yine en önemli şey bilgili olma' da bitiyor, eğer gerçekten kendinizi geliştirdiyseniz ve bunu onlara anlatabilirseniz başarısız olmanız pek mümkün değil gibi gözüküyor.

5 Eylül 2008 Cuma

Google Chrome

Tekrar merhaba. Yine upuzun bir aradan sonra başladım yazmaya ama bu defa hem yazacak hem de paylaşacak çok fazla şey var. Önce Google'ın hemen hemen bir kaç gün önce tanıttığı Google Chrome isimli open source olan ve şimdilik beta sürümünü kullandığımız yeni tarayıcısından biraz bahsedeyim. Bilgisayarı sık kullanan pek çok insan gibi ben de artık düzenli bir internet kullanıcısıyım, ve doğal olarak eğer bir tarayıcınız olmazsa (bu sizin internet sayfalarına gitmek için kullandığınız 3'rd party programlara verilen bir isim) internette güvenli ve düzgün şekilde gezinemiyorsunuz. Tabi artık tarayıcı piyasası da epey bir kızışmış durumda zira bundan önce Windows işletim sistemi kullanan insanlar Internet Explorer'a mahkum iken (Netscape de vardı haklısınız..) artık Mozilla Firefox, Opera, Safari, Maxtone gibi onlarca başka yazılım bulunuyor internette sörf için kullanılabilecek. Bunlara son olarak eklenenlerden (ve en çok ses getirenlerden tabi ki) bir tanesi ise Google Chrome. Zaten her yaptığı işle olay olan bu adamlar bu defa da gelmiş geçmiş en hızlı tarayıcı ünvanını yakalayabilecek bir tarayıcı yaptılar gibi, şimdilik tek rakipleri ise Apple ürünlerinin kullandığı Safari isimli yazılım. Eğer mozilla kullananlarınız varsa eminim çok iyi bilir, Firefox'u vazgeçilmez yapan şeyler ekleyebildiğiniz küçük programcıklardır( add-on veya add-in ). Google, Chrome'u open source yaparak bu tarz yazılımların da kendi sistemine eklenebilmesini elverişli bir hale getirmiş oldu. Güzel ve basit bir kullanıcı arayüzü olan bu yazılım hem hızı hem de diğer programlara olan önemli bir artısıyla dikkat çekiyor. Genelde bir internet sitesinin yüklenirken JavaScript veya Shockwave Flash yüzünden çökmesi artık sık karşılaşılan bir durum olmasa da yine de karşılaşılabiliyor. Bu durumda sizin karşınıza :"Internet Explorer geçersiz bir işlem yürüttü ve kapatılacak" şeklinde bir yazı geliyor, ve siz de hata raporu göndermek ile göndermemek arasında bir seçim yaptıktan sonra açık olan diğer tüm sekmelerinizi de çöken programla beraber RAM de kalan boş yerlere gönderiyorsunuz. Google Chrome bunu ortadan kaldırıyor. Çözüm aslında çok yaratıcı değil bu tarz bir sistemde yapılabilecek en basit çözümle bu problemi ortadan kaldırıyor ama programcılığın temeli kabul edilmesi gereken KISS ( keep it simple stupid) kuralına birebir uyuyor. Normalde diğer sekmelerinizin internet explorer veya mozilla & opera tarzı tarayıcılarda çökmesinin sebebi tüm sekmelerin aynı process'e bağlı olması. Google bu işi farklı processlere bağlayarak çözüyor, ancak tüm processler aynı yerde gösterildiği için siz tek bir program içerisinden tüm işlerinizi halledebiliyorsunuz. Bunun aslında RAM' de gereksiz bir yük oluşturması gerek ancak google deneyimi burada konuşturuyor ve bilgisayarınız kitlenmeden onlarca sekme çalıştırabiliyor.

Google bu son hamlesi ile işletim sistemlerine özgü olan tarayıcıların köküne (özellikle Windows için) kibrit suyu dökmek istediğini gösterdi. Microsoft'un internette arama motoru olarak kullanmak üzere Yahoo'yu satın almak istediğini hatırlayanlarınız olacaktır. Microsof'un bunu başaramaması onlar için çok ciddi bir kayıp oldu çünkü google şu anda internet kullanıcılarının %51'inin arama motoru için kullandıkları sayfa. Aynı zamanda youtube' u da alan google video açısından da elini inanılmaz güçlü bir konuma getirdi. Microsoft'un hala CD ve DVD ile çalıştığı, sorunlarını telefon ile çözdüğü bu devirde google işi tamamen internete sürükleyerek en büyük rakibi olan ve yıllardır pastadan en büyük payı alan rakibini öldürmek istiyor olabilir. Artık bunu yapması için gerekli olan şeyin ne olduğunu hemen hemen bütün programcılardan tutun bilgisayardan biraz anlayan küçük çocuklar bile söylüyor. Bir işletim sistemi. Google ürünlerini hayatımızın vazgeçilmez bir parçası yaparken hiç zorlanmadı. İşletim sistemini 5'ten fazla kurduğunuzda telefonla numara istemenizi "rica eden" microsoft'u bu nazik tavrını ve ücretsiz halini koruyarak devirmesi çok da zor olmayacaktır. Zaten bunu gmail, google-earth, googlemaps, sketch up, google desktop ve benzeri pek çok programla kalplerimizi fethederken yaptı. Artık yapması gereken şey (ki bence yapıyorlar veya yaptılar geliştiriyorlar) bütün pc oyunlarını uygun bilgisayar donanımı ile, bütün 3rd party uygulamaları da aynı şekilde çalıştırabilecek bununla beraber sadece kendinde çalıştırılabilecek bazı uygulamalar da eklenmiş bir işletim sistemi yapmak. Kimse kolay demiyor, ama eğer yapılırsa pastadan alınan payın google lehine çok hızlı değişeceğinden tanıdığım hiç kimsenin en ufak bir şüphesi yok.

28 Temmuz 2008 Pazartesi

Ömer Hayyam

Talat Halman' dan Sabahattin Eyuboğlu'na, İbrahim Edip' den Yahya Kemal Beyatlı' ya onun dizelerini, rubailerini çevirdiler. İran devletinin adını tarihe yazdıran gelmiş geçmiş en büyük düşünürlerden biri oldu. Yazdığı rubailer neredeyse yeryüzünde her dile çevrildi, çünkü hitap etmediği hiç kimse yoktu, aşıklardan alkoliklere, hastalardan politikacılara herkese sesleniyordu. Ben de Dost Kitabevinden aldığım incecik bir derlemesinden gözüme güzel, kulağıma ahenkli gelenleri yazayım dedim :) here it comes :D
Dünyada akla değer veren yok madem,
Aklı az olanın parası çok madem,
Getir şu şarabı, alsın aklımızı:
Belki böyle beğenir bizi el âlem!
*
Adam olduysan hesap ver kendine
Getirdiğin ne ? Götüreceğin ne ?
Şarap içersen ölürüm diyorsun:
İçsen de öleceksin, içmesen de!
*
Sevgili seninle ben pergel gibiyiz
İki başımız var bir tek bedenimiz
Ne kadar dönersem döneyim çevrende
Er geç baş başa verecek değil miyiz ?
*
Ferman sende ama güzel yaşamak bizde
Senden ayığız bu sarhoş halimizde
Sen insan kanı içersin biz üzüm kanı
İnsaf be sultanım, kötülük hangimizde ?
*
İçer, sarhoş olurum, aklım şu kadar kalır,
Ne zaman ayılmaya görsem neşem dağılır
Öyle bir hali var ki insanın, ne sarhoş, ne ayık
İşte en güzel yeryüzünde öyle yaşamaktır.
*
Dostunu erkekçe seven kişi
Pervane gibi özler ateşi
Sevip de yanmaktan kaçanların
Masal anlatmaktır bütün işi
*
İnsan yüreğinde mum, yakılmak ister
Dost yok: yara kalmışsa dikilmek ister
Aşk cahili, yanmak ve dayanmak bilmez;
Aşk kendi gelir-okulda öğretmezler.
*
Bir tatlı, güzel kız, gelse şu mevsimde eğer
Bir kırda kadeh doldursa, şarap verse eğer
Herkes kınasın varsın, bu sözümden ötürü
Hayyam köpek olsun, cenneti isterse eğer
*
Ansızın kulu kölesi olduk o dilberin
El çektik, her cennetten, her tövbeden
Sofu müslüman olmuş dönerken herkes
Biz koyu putperest döndük Kâbeden.
*
Bilgenin yüreğinde her dilek,
Anka Kuşu gibi gizli gerek.
Damla nasıl inci olur denizde ?
Sedefler içinde gizlenerek.

9 Temmuz 2008 Çarşamba

Uzun zaman olmuş yazmayalı, özlemişim.
Ne tatil planı kaldı hesapta, ne de tatlı rüyalar. Okul bittikten sonra belki bi karadeniz yaparız diyoduk, o fikir de öldü, şimdilerde ankaranın sıcağı ile beraber yavaş yavaş pişiyoruz. Bir yandan da generallerin tutuklanmasına ağzımız açık seyirci kaldık, inanılmaz bir olay. Türk Silahlı Kuvvetlerinin şerefli ordusuna yıllarca hizmet ederek orgeneral kademesine kadar yükselen iki tane emekli asker, şimdilerde hapishanede yatıyor. İlk duyduğumda da inanamamıştım, hala da (onlarca haberden, internetten izlediğim görüntülerden sonra bile) onların hapiste olduğuna inanasım gelmiyor. Neyse, burasının siyaset tartışmaya ne kadar müsait bir yer olduğu tartışılır bu konuyu başka yerlerde yeteri kadar insanın tartıştığına zaten inanıyorum.
Bu arada ilginç bir şey öğrendim yakın zamanda, matematik problemi çözmek (veya düzenli beyin egzersizi yaptıran herhangi birşey olabilir, satranç gibi) IQ seviyesini hızlı artıran etkenlerden bir tanesi imiş. Bilim adamları bugüne kadar IQ ' nun kalıtsal olabileceğini de göz önünde bulunduruyordu ancak bundan sonra kalıtsal zeka faktörü iyice azalmış gibi duruyor. Biz burada nelerle uğraşıyoruz adamlar nelerle uğraşıyorlar. Japon bilimadamları da suya yazı yazabilmişler. Bütün latin alfabesini, ve bazı kanji (japon alfabelerinden bir tanesi) harflerini yazabiliyorlarmış. Suya çeşitli yerlerden (simetrik şekilde dizili) 100 tane dalga cihazı ile farklı güçlerde dalga uygulayarak yazabilmişler, inanılmaz bişi. Bi tane de resim koyalım tam olsun di mi :D



Resimde latin harflerinden 's' harfini görebilirsiniz. Bu arada bu yazıyı yazarken kuzenim, "bilgisayar efekti olm o yoksa mümkün değil olmaz" şeklinde bir beyanatta bulundu, ona da buradan selam ederim. Japon bilimadamları onlarca yıl kassın uğraşsın sen kalk lise 1. sınıfta yapamazlar edemezler de! O da iimiş :D

26 Mayıs 2008 Pazartesi

Mavi domates :)

Böyle bir deyim olsa nasıl olur ? Mavi domates gibisin ? :D Eşsiz anlamına da gelebilir genetik açıdan sakat ve yarım anlamına da. Yine de ben çok sevdim mavi domatesi. Aslında bunu birine iltifat anlamında bile kullanabiliriz düşünsenize, çok gizemli, daha önce dünyada tadını kimsenin bilmediği, türünden onu ayıran çok belirgin bir özelliği olan bir şey bu. Yandaki resim tabi ki fotoşop yardımı ile kıpkırmızı olan bir domatesin bir bilgisayarda birazcık evrim geçirmiş hali ama bunu gerçek hayata uyarlarsak insan ilişkilerini irdelemek için kullanabilirsek nasıl olur. (Arkadaşlar bunları yazarken ertesi güne iki tane sınavım var ve dünya umrumda değil havasında yazıyorum o yüzden lütfen deli muamelesi yapacaksanız şimdiden kapatın, ya da okuyun gülün:) Neyse diyodum ki mavi domates. Coca cola zero gibi düşünün tadı belki içtiğinizde aynı gelicek belki farklı bilmiyorsunuz, kutusu farklı, üzerindeki Coca cola yazısının boyundan tutun kutunun şekline, kapağından tutun, fiyatına Coca colayı sizin için kola yapan şeyler onda da farklı değil mi ? Benzer bir mantıkla ilerlersek eğer bir gün mavi bir domates olursa ( burası varsayım genetik mühendisliğini işin içine katmayın ! ) yemeden önce ne düşüneceksiniz ? Bir domatesi domates yapan özelliklerin en önemlisinin kan kırmızı olması olduğu düşünülürse belki de gördüğünüz şeyin bir domates olduğuna inanmayacaksınız; ama bu önemli olmayacak çünkü Coca cola zero'yu içmenizi engelleyen bir dürtü olmadığına göre mavi domatesi de yemekten çekinmeyeceksinizdir; zehirlenmekten korkan bir insan değilseniz tabi ki. (buradan kolayı hiç içmeyen insanlara selam gönderiyorum bu konuda üzerlerine alınmasınlar ben de sevmem) Peki bunlar tamam güzel felsefe yaptık da neden domates ? Neden mavi salatalık ya da yeşil portakal değil de mavi domates ?
Valla işin orasını ben de bilmiyorum, evde otururken aklıma geldi yazayım dedim. Aslında hayatı hayat yapan bazen sıradışı şeyler oluyor; sokaktaki dilencinin japonca bilmesi gibi mesela, veya telefonla birini ararken yalnızca bir numarayı farklı tuşlarsanız karşınıza çıkacak kişinin romen olabilmesi. Bunları alay etmek için söylemiyorum aksine hepsi komik anılardır, gece yarısı telefon çalar açtığınızda karşıdaki kişi lahmacun sipariş ediyordur, uykulu halinizle burası lahmacuncu değil dersiniz tam dört kere, ve adam da dört kere soğan da gönderin der. Başka bir gün siz pide ısmarlamak için eve servis yapan bir yeri ararsınız, otobüs firması çıkar. Her ne kadar şimdi komik gelse de bunlar aslında pek çok insanın gündelik hayatının bir parçası, o yüzden hayat asla tam bir monotonluk içerisinde değil. Yaklaşık 4-5 sene önce gazetede veya bir dergide bir yazı okumuştum şarkı söylemekle ilgili. Gününüzün nasıl geçtiğinden bağımsız olarak yüksek sesle sevdiğiniz bir şarkıyı söylemenin sizi çok mutlu edeceği yazıyordu. İlk başlarda hem denemesi hem de yapması çok zor oldu ancak alıştıktan sonra otobüs durağında sizi gözleriyle didik didik eden insanların bakışına aldırmıyorsunuz. Bazen yaşlı bir teyze evladım bana mı dedin diyor, o zaman gününüz daha neşeli bir hale geliyor. "Hayır teyzecim, deliyim ben kendi kendime öyle...". Biliyorsunuz ki eve gittiği zaman artık onun da anlatacak bir hikayesi var: "bugün durakta bir çocuk gördüm, yazık deliymiş, bağıra bağıra kumralım nerdesin diye bişiler söylüyordu :)". İşte pek çok insanın monotonluktan şikayet ettiği hayattan, pek azının da o monotonluk için yalvardığı bu ilginç hayattan herkesin istediğini alabilmesinin en kısa yolu: mavi domates.
Monotonluk isteyen için her daim kırmızısının olduğu düşünülürse sorun kalmayacaktır, heyecan isteyen bu monotonluktan bıkan insanlar içinse mavi domates var artık. Sadece şunu unutmayın, sayıları çok sınırlı o yüzden doğru yerlerde ve doğru şekilde aramalısınız, eğer tarlada yetişmekte olan domatese pigment aşılarsanız bu kolaya kaçmak olur. Carpe Diem (günü yaşa) felsefesini özümsedikten sonra aramaya başlamalısınız, yoksa zaten mavi domates yiyemezsiniz. Ayrıca normal hayatınız da aksamamalı çünkü domates yetiştirirken çok su verirseniz çürür, az su verirseniz ölür (biliyorum bostanda çok domates sulamışlığım vardır!). Her şeyi ayarında yapmanız lazım, bu sayede aramanız esnasında normal hayatınız size engel olmayacaktır.

4 Mayıs 2008 Pazar

Akrep burcu insanı bi değişiktir :)

aşağıdaki yazıları çeşitli sitelerden derledim. Ha şimdi diyeceksiniz bu burcun kötü özellikleri yok mu arkadaş ? elbette var ama siz zorlamadıkça hiç kimse o kötü özellikleri göstermek istemez. ha zorlarsanız o zaman o kötü özellikleri size en güzel akrep gösterir onun da garantisini verebilirim. bu yazıyı da akrep burcundan korkuyorum diyenlere ithaf ediyorum siz işi bilmiyosunuz arkadaşlar :D

--alıntı--

Direkt ve hatta biraz zorlayıcı görünebilir, fakat altta oldukça kırılgan ve hassastır. Akrep insanı aşkı çok ciddiye alır ve birlikte olduğu insanın kendini sevmesini, takdir etmesini bekler. Akrep birlikteliklerinin başında, daha kısa vadeli ve çok fazla derin olmayan bağlantılar kurmayı tercih eder. Çünkü Akrep yara almak, incinmek korkusuyla insanları kendinden uzak tutmayı tercih eden bir özelliktedir. Eğer Akrep uzun vadeli bir ilişkiye girmişse, eşine mutlaka finansal ve duygusal anlamda emniyet vermek için elinden geleni yapar. Akrep için ilk buluşmda birlikte denize gitmek, sosyal bir faaliyet, ya da insanların biraraya geldikleri ortamları seçmek olumlu bir adım olabilir. Akrep kendini dinleyen ve anlamaya çalışan insanları sever. Karşısındaki insanın, dikkatini tam anlamıyla kendine vermesini ister. Aslında Akrep insanlarıyla tartışmaya girmek çok zor olmasına karşın, eğer karşısındaki saygısızlık ederse ya da duyarsız davranırsa, kolayca saldırgan olabilir. Ayrıca domine edilmekten ve garanti bir eş olarak görülmekten de nefret eder. Akrep'in yaşamını geçirmek için seçtiği insana karşı oldukça kıskanç ve koruyucu bir tavır aldığını asla unutmamak gerekir. Yaşamı boyunca sevgi verebilecek, zengin yürekli ve aradığı emniyeti sağlayabilecek bir eş arar. Her zaman için karşısındaki insanın duygu ve düşüncelerine değer vererek, ihtiyaçlarını tatmin etmek için enerji sarf etmekten çekinmez.

--alıntı --

kesinlikle güvenebilirsiniz, adam satmazlar, ama düşmanı olmayın, yamuk yapmayın, yoksa yanarsınız...

--alıntı--

akrep burcu en buyuk zarari kendine verme kabiliyetine sahip oldugu icin cok nadir bir burctur. yenildigi tek sey herseyi olan gururudur. mutlaka ama mutlaka icinde kin,nefret ve asla dinmek bilmeyen bir tutku barindirir. disardan hersey durgun gorunse bile aslinda icinde bitmek bilmeyen bir kasirga mevcuttur. kendi yarattigi sert kabugunun ardinda ruhlarin en narini yatar. yapilani asla unutmaz ve eger henuz kartal olamamis bir akrepse kendisine yapilan haksizligin yaratmis oldugu hirs ve kine yenik duser, kendine aci cektirmeyi bir zevk bilir. cogu zaman ici icini yer,paletinde gri yer almaz, ya siyah boyar ya beyaz. beyaz boyadigi her ne veya kimse sirti asla yere gelmeyecektir cunki kuskusuz en vefali dost, en sadik sevgili olacaktir. siyaha boyadigi ise her zaman siyah kalacaktir, ancak kartal olabilmeyi basarmis akrep o siyahin ustunu beyazla kapatabilir. kartal ya da yilan olsun oyle ya da boyle mutlaka ocunu alacaktir.gozler ruhun penceresiyse akrep burcu insaninin gozleri ardina kadar acilmis bir kapidir. bu gizemli insanin kapisindan iceri girmek isteyen cok ama iceri girebilecek cesarete sahip olan nadirdir. o kapinin ardinda yatani anca iceriye girmeye yeltenmis olan bilir. akrep burcu insani yanliz olur, zira onu sadece kosulsuz sartsiz seven zorluklarina katlanabilir. gul ve diken iliskisini belki de en iyi yansitan burc olmakla beraber her duygunun en koyusunu yasayan ve bundan baska bir yol bilmeyen bir insandir akrep insani. onu yasatan tutkudur, cocuklardan uzak yerde saklanilmali ve asla ters cevrilmemelidir.

--alıntı--

Hiçbir seyden korkmazlar. Siradan bir Akrep, fiziksel acilardan ve fakirlikten, magrur kisilerin saygisizligina ve alayina kadar herseye cesaretle gögüs gerer ve her felaketin üstesinden gelmek için sahip oldugu ruhsal güce sonuna kadar güvenir. Dostlarina son derece baglidir. Akrep kendisine verilen bir armagani veya yapilan bir iyiligi asla unutmaz ve cömertçe karsilik verir. Bunun aksine, kendisine çektirilen bir aciyi veya yapilan bir haksizligi da unutmaz ve buna verilecek karsiligin çetin yollari vardir. O, düsmani tamamiyla yok etmek, ya da en azindan ona üstün gelmek zorundadir. Nasil öç alacagini hesap eder. Akrep her seyi söyleyip yaptiktan sonra, savunmasiz birine zarar verdigi için utanç duyar. Saglik durumu, onun tipik karakterini yansitir. Asiriliklarla, melankoli veya fazla çalismayla kendi bünyesini mahvedebilir. Ama kendi iradesiyle onu önemli bir hastaliktan da döndürebilir.Çok az hasta olurlar. Olursa da ciddi bir hastaliga yakalanir. Uzun bir dinlenme, davranisini degistirme, alev alev içini yakan gücenikligi birakarak, huzur içinde durumu kabul etme, en iyi tedavi yoludur. Akrep, dinle derinden ilgilenir, yasam ve ölümle ilgili bütün konulara büyük merak duyar, sekse ihtirasli bir ilgi besler ve reform arzusu onu siddetle çeker. Kendini aile baglarina ve askina adamistir. Çocuklarini sefkatle korur. O ya aziz ya da bir günahkardir. Ihtiraslarini açikça hiçbir zaman belli etmez. Kesinlikle kontrolü ele alir. Eger gerçekten istiyorsa, istedigi sey kesinlikle hayal olmaktan çikacaktir. Pluto'nun karanlik, sihirli ve gizemli gücü; sogukkanli, dikkatli, kararli bir gayretle arzularini gerçege dönüstürür.

2 Mayıs 2008 Cuma

Okuyalı dakika bile olmadı

Daha bu yazıyı okuyalı dakika bile olmadı ama okumayı seven insanların hak edeceği türden bir yazı bence. Facebooktan bana gönderen Mustafa'ya çok teşekkür ediyorum ve okuyun diyorum:

Yıllar sonra öğrendim ki...
Öğrendim ki...
Kimseyi sizi sevmeye zorlayamazsınız.
Kendinizi sevilecek insan yapabilirsiniz,
Gerisini karsı tarafa bırakırsınız.

Öğrendim ki...
Güveni geliştirmek yıllar alıyor,
Yıkmak bir dakika.

Öğrendim ki...
Hayatında nelere sahip olduğun değil
Kiminle olduğun önemli.

Öğrendim ki...
Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün
Ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.

Öğrendim ki...
Kendini en iyilerle kıyaslamak değil
Kendi en iyinle kıyaslamak sonuç getirir.

Öğrendim ki...
İnsanların başına ne geldiği değil
O durumda ne yaptıkları önemli.

Öğrendim ki...
Ne kadar küçük dilimlersen dilimle
Her işin iki yüzü var.

Öğrendim ki...
Olmak istediğim insan olabilmem
Çok vakit alıyor.

Öğrendim ki...
Karşılık vermek
Düşünmekten çok daha basit.

Öğrendim ki...
Bütün sevdiklerinle iyi ayrılman gerek
Hangisi son görüşme olacak bilemiyorsun.

Öğrendim ki...
'Bittim' dediğin andan itibaren
Pilinin bitmesine daha çok var.

Öğrendim ki...
Sen tepkilerini kontrol edemezsen
Tepkilerin hayatını kontrol eder.

Öğrendim ki...
Kahraman dediğimiz insanlar
Bir şey yapılması gerektiğinde
Yapılması gerekeni
Şartlar ne olursa olsun yapan kişiler.

Öğrendim ki...
Affetmeyi öğrenmek deneyerek oluyor.

Öğrendim ki...
Bazı insanlar sizi çok seviyor
Ama bunu nasıl göstereceğini bilemiyor.

Öğrendim ki...
Ne kadar ilgi ve ihtimam gösterseniz de
Bazıları hiç karşılık vermiyor.

Öğrendim ki...
Para ucuz bir basarı.

Öğrendim ki...
En iyi arkadaşla sıkıcı an olmaz.

Öğrendim ki...
Düştüğün anda seni tekmeleyeceğini düşündüğün bazı insanlar
Kaldırmak için elini uzatır.

Mustafa çok teşekkür ederim, yazının güzelliği kendi içinde yatıyor, umarım daha çok insan bunu okuyup bir anlam verebilir.

29 Nisan 2008 Salı

karadeniz ?

ya şu okulu kapattıktan sonra staj başlamadan ufacık bir tatil aralığı var acaba yine bi karadenize mi kaçsak ? görmeyenler için buradan da biraz anlatayım arkadaşlar Türkiye'nin çok büyük kısmını gördüm denebilir. doğuda adıyaman, elazığ, malatya, erzurum, ağrı, kars, ardahan, artvin, antep, urfa yı gezdim. batı karadenizde giresun hariç tamamını örnek verebilirim şimdilik. (bu kadar değil ama konu karadeniz olunca istanbul bi kenarda dursun bakalım :D)

yeşilin her tonunu görebilirsiniz, zaten bir yanınızda dağlar diğer yanınızda deniz olan bu derece güzel bu derece temiz havalı bu derece az kirlenmiş, sakin, yağmurlu, terletmeyen bir havası olan bir yer çok yoktur dünyada. cennet gibi yer anlayacağınız. gittiğimiz köylerin falan tamamının adını hatırlayamıyorum ancak yola çıkmadan önce tekrar bi araştırma yapıp oralara bir kere daha gitmek gerektiğini söylemeden edemeyeceğim. özellikle belirteyim benim o yolculuğa çıkmamdaki en temel sebep sümela manastırı idi. istanbul miniaturk' te görmüştüm ilk defa sümela manastırını. dağın içine oyulmuş devasa bir bina görünce imkan veremedim öyle bir şeyin gerçekten var olabileceğine. ama size söylüyorum mükemmel bir şey zaten ilk gördüğü anda insan 'nası lan nası kazmışlar' diyor. harika bir yer. peki karadeniz bu kadarla mı çaldı benim aklımı, tabikine hayır. orada da ayasofya denen (sanırım trabzondaydı) bir kilise var. gene pek çok fresk var duvarlarında tavanlarında, tarihi eser seven insanlar için güzel bi mekan. ondan başka Atatürk evi var. gittiğim yerlerin tamamını sayamayacağım ama Ani harabelerini de gidebilen görebilene tavsiye ederim. eski ipek yolunun geçtiği şimdiki yıkık köprüyü görüyorsunuz. o kadar çok yok tarihi bina zaten olanlar da tahrip edilmiş durumda, ama ona rağmen çok güzel bir yer ve gerçekten çok büyük bir arazide. karşı tarafta ermenistan var aradan akan arpa çayı sınırı temsil ediyor. sınırdan arkadaşlarınızı aramak inanılmaz bir keyif veriyor 'bil bakalım şimdi nerdeyim nihhahhah' şeklinde telefonda kıl ediyorsunuz insanları.

doğuya gittikçe kalacak yerlerin kalitesi düşüyor ama bu bizim için bir sorun olmamıştı. hatta artvinde bir genel evin karşısındaki otelde kalmıştık. hazır yazı artvine değmişken gidenlerin eğer o mevsimse (sanırım yazın temmuz ya da ağustosta bir tarih) boğa güreşlerini izlemesini tavsiye edeyim biz kaçırdık. ayrıca yaylaları çok güzel gerçekten pırıl pırıl yerler, ama daha da ilginci var: artvinde kötü şöför olmaz diye bir laf duyduk daha ayağımız toprağına değdiği an. bunun sebebini fark etmemiz bi 5 dakkamızı aldı. artvinde trafik lambası yok arkadaşlar, ama insanlar buna o kadar çok alışmış ki doğal işleyen bir trafik düzeni var, insanlar birbirine yol veriyor güzel bi sistem yani. bununla beraber bizi mercedes sprinter (bilenler bilir yaklaşık 6-7 metre olan bir araç) kullanarak yaylaya çıkaran abiye de buradan selam ederim, keçi yolu gibi yoldan tırmandırdı kaç tonluk aracı. bir de yerini hatırlamadığım (tahminim rize ile trabzon arasında bir yer olması lazım) uzun göl diye bir yer var. sanırım yaşanacak yer diye tabir edilecek en güzel yerlerden bir tanesi, günlük hayatta alıştığınız çok az şeye ihtiyaç duyuyorsunuz (düşünün bilgisayarı sadece resimleri atmak için açtım) o kadar güzel bir havası var ki insan hiç gitmek istemiyor. sadece onunla da bitmiyor gölde sürüyle balık var yani bir balıkçı teknesi falan alıp oraya yerleşebilirsiniz bir ev yaptıracak paranız varsa. dağların arasında olduğundan rahatsız eden turist falan da çok olmuyor zaten oteller de küçük ve sayıları az. (hal öyle olunca zaten en fazla orada konaklamıştık :D) sonra da karadeniz insanı neden uzun yaşar diye soruyorlar, cevabı gayet basit: her sabah o manzarayı gören, balık avlayıp yiyen, tertemiz hava soluyan insan uzun yaşamasın da biz mi yaşayalım ? uzun göle giden olursa gerçekten sadece oturup hava solursa çok yazık olur lütfen yaylalarına gidin ve mangalı da beraberinizde götürün tadı çıksın. biz dağa bile çıkmıştık inanılmaz bi olaydı öyle ki dağda kar var altınızda yeşillik uzanıyor ve 100m ileride de göl pırıldıyor. yanınızda her zaman kalın bişiyler de bulundurun havanın ne kadar çabuk değişeceğini tahmin edemiyorsunuz.

çok yer var karadenizde gezilecek, hepsi zaten aklımda değil ama eğer amasya üzeri giderseniz, ferhat ile şirinin heykelinin yanında da bir resim çektirin derim. samsunda bandırma vapuruna uğrayın pişman olmazsınız. rize de çay fabrikasını gezin derim bir de botanik bahçesini. eğer pasaportunuz yanınızdaysa artvin sarp sınır kapısından gidin gürcistanı gezin biraz (bunu biz yapamadık). artvinden karadenizin görüntüsünün mükemmel olduğunu da söylememe gerek yok sanırım. eğer oradan güneye devam ederseniz kars kalesini görün derim. ığdır'da şehitler anıtı vardı sözde ermeni soykırımıyla ilgili onu da ziyaret ederseniz güzel bir tarih gezisinden fazlası olur sizin için, haberlerde iki dakika ile geçiştirilen şeyleri uzun uzun anlatan belgeleri görebilme imkanınız oluyor. erzurum da eski erzurum evlerini ve erzurum kongresinin yapıldığı tarihi binayı görün (ki o bina hala okul olarak hizmet vermekte!) biz dönerken bingöl üzeri geldik ancak terör olaylarının yoğunluğundan bingölü gezemedik.

canım öyle çekiyor ki şimdi oralarda olabilmeyi şu okulun stresinden bir günlük de olsa kurtulup rahatlamak için. tertemiz havayı çekip ciğerlerime yeni öğrendiğim karadeniz türkülerine çat pat eşlik ederken biramı yudumlamak istiyorum. insan hep imkansız şeyleri istiyo di mi :)

20 Nisan 2008 Pazar

The Other Boleyn Girl

Kitabın orjinal adı The Other Boleyn Girl imiş. zaten kitapta sürekli geçen "diğer boleyn kızı" kalıbından uyanmak lazımdı aslında ama farketmedi.

Filminin fragmanı youtube 'a düşmüş bile biz geriden geliyormuşuz yine. kitabını bitirdim son dönemde okuyup da beğendiğim kitaplardan biri oldu kesinlikle okumayı seven herkese tavsiye ederim. kalınlığı biraz göz korkutsa da okumaya başladıktan sonra sürükleyiciliği sizi etkisi altına alıyor, kesinlikle okuyun derim.
dünya klasiklerini çok severim de hala bir türlü anna karenina (tolstoy) yı okuyamadım benim için büyük hayal kırıklığı denebilir. kitabı da alalı yıl oldu kütüphanemde dinleniyor hala sanırım sırada onu okuyacağım imprimatur biraz daha bekleyebilir.

gidemedik :(

gidemedik şehr-i istanbula. bu defa benden kaynaklandı gibi gerçi ama bunca proje varken özellikle de dönem projesi varken riske atmak istemedim. gerçi bütün gün istanbul vardı aklımda acaba şimdi nasıldır diye havalar da ısınmaya başlamıştır artık orda tam gezilecek kıvamdadır ne çok sıcak ne soğuk ne çok nemli ne kuru... hal böyle olunca günümün büyük kısmını ( ki cidden büyük bir kısım yaklaşık 6-7 saat gibi ) Philippa Gregory'nin Boleyn Kızı adlı romanını okuyarak geçirdim.

Valla ilginç bir tesadüf sonucunda son dönemde aldığım kitapların neredeyse tamamı tam zevkime hitap edecek şekilde çıkmıştı. Adam Fawer'in Empati si özellikle çok güzeldi diyebilirim de (olasılıksız 'ı da okudum) bu kitap tam da zevkime hitap eden bir tür olmamasına rağmen, ki burada kast ettiğim şey roman türü değil böyle entrika içeren şeyleri sevmem ben osmanlı hanedanını anlatan safiye sultanı veya ramsesi bu yüzden okumamışımdır, bu kitapta feci bi çekicilik var ya (ve yine hayır kapaktaki natalie portmanla alakası yok). yani aslında önceleri biraz canım sıkıldı diyeceğim ama öyle de olmadı hem çok kalın bir kitap yani 820 sayfa falan heralde ve okumayı çok seven benim bile biraz gözümü korkuttu ama insan okumaya başlayınca feci kaptırıyor kendini. hem aşk da içeriyor kitap o yönden tam benlik diyeceğim ama yazarın kaliteli olmasının faydaları kesinlikle yadsınamaz, çünkü hisleri o kadar mükemmel tasvir etmiş ki bazen insanın vay anasını diyesi geliyor. filmi de geliyormuş sanırım mayıs ayında ama yine de kitabı filmden önce tavsiye ediyorum, Türkiye de genel bir kanı olarak filmini izledikten sonra kimse (ki ben de dahilim sanırım) kitabını okumakla uğraşmıyor. inanın bu beyhude bir tavsiye değil sadece bugün yaklaşık 500 sayfa okudum ve hala okumak istiyorum ama gözlerim acıyor.

Diğer okunabilecek kitaplar tavsiyelerim de şöyle (yazayım da tam olsun di mi :)) :

Adam Fawer-Olasılıksız
Adam Fawer-Empati
Paco Alghren-Ölümsüz
Sunay Akın-Ay Çöreği ve Deniz Yıldızı
J.R.R Tolkien - Hurin'in Çocukları

Aslında hepsi olmasa da çoğu birbirinden farklı kitlelere hitap ediyor bu bakımdan herkese tavsiye etmek çok doğru gelmiyor ama yine de kısa dönemde okuyup da tavsiye edeceğim birilerinin beğenisi kazanacağını tahmin ettiğim kitaplar bunlar. Ha bir de Imprimatur isimli bir kitap var aslında onu tavsiye etmek istiyorum ama hala okumaya fırsat bulamadım.

En çok roman türünü seviyorum kitap olarak; romanların içinde de 1600-1800 Fransa'sını anlatan kitapları. Bunlara bir kaç örnek vermek gerekirse Sefiller(Victor Hugo), Monte Kristo
Kontu (Alexander Dumas) verilebilir. Imprimatur da bunlardan bir tanesi yanlış hatırlamıyorsam yine aynı yılların Fransa'sını anlatan bir eser. Yazarları Rita Monaldi ve Francesco Sorti isminde iki kişi. alırken kitapla beraber bir de CD geliyor yanında müziklerini çok dinleyemedim ama sanırım kaliteli klasik müzik gibi. onu da tavsiye ederim
nasıl olsa Boleyn Kızı yarın biter ben de bir başka boş zamanımda Imprimatur'u okuyabilirim...

16 Nisan 2008 Çarşamba

uykusuzluktan bayılmak üzere....

ne kadar yanlış bir yazı yazdığımı bu gün çok acı bir şekilde test ettim maalesef. bu okulun işi bitmiyo arkadaşım ya ödeviydi raporuydu projesiydi derken, sabaha kadar bölümün yarısı B binasındaydı.. geriye kalan yarısı da zaten evlerinden direk temasta kalarak beraber yürüttüler işlerini. hayır bunlar bişi değil bir de çimlerin üzerinde yatan genetik mühendisi arkadaşları görünce ya da akşam yurtların önündeki büyük çimenlikte sızan insanları resmen ağlayasım geliyor. bu yorgunlukla daha microp dersine giricem de akşama kadar o raporu revise edicem de kontrol edicem de ohooooo aslında uğraşmak istemiyorum, gerçi kimse istemiyor ama elimiz kolumuz bağlı yapıcaz.
her sabah gelirken şu okuldan nefret etmek için bir sebep daha diyorum ve şimdilik veda ediyorum... Arman

12 Nisan 2008 Cumartesi

Gezi planı...

OS sınavı da bitti artık, şimdi sırada microp (EE212) var. ondan sonra uzun bir süre daha özgür gibiyiz. Şimdiden başladık planlamaya; istikametler içerisinde balıkesir'den istanbul'a izmir'den edirne'ye ilginç yerler var. tabi ki yine istanbul olma ihtimali bir hayli yüksek çünkü daha önce de yazdığım gibi geçen gidişimizde istediğimiz hiç bir yeri görememiştik. okuyanlar "olm manyakmısın o zaman ne demeye yazıyorsun ?" diyebilirler ama önce bitireyim. İstanbul'da gezmeyi planladığımız yerlerin listesi şöyle:

-topkapı sarayı
-ayasofya kilise / camisi
-sultanahmet camisi
-süleymaniye camisi
-dolmabahçe sarayı
-yıldız parkı / köşkü / sarayı
-beylerbeyi sarayı
-çırağan sarayı
-yerebatan sarnıcı
-beşiktaş deniz müzesi
-harbiye müzesi
-boğaziçi üniversitesi
-galata kulesi
-rumeli hisarı
-fatih türbesi

bunların tamamına vaktimizin yeteceğini pek düşünmemekle beraber yine de bazılarının birbirine yakın olması sanırım bize epey vakit kazandırabilir. bir de eklemeyi unutmuşum, istanbula gittiğimiz zaman araba kiralamıştık, bir araba kiralama firmasından (hemen heyecanlanmayın 1.6 TDI ford focus abicim escalade falan değil yani :), valla arabanın herhangi bir yerine hasar vermeden teslim etmeyi bir mucize eseri başardık. Bunu bu şekilde söylememin nedeni şu: istanbul trafiğinde başınıza bir iş gelmeden araba kullanabildiyseniz bence bunu CV nize eklemeniz lazım, ne manyak bir trafiktir o ya. Yine de tamamen değdi diyebilirim eğer sadece bir günlüğüne gezmeye gidecekseniz ve biraz kaybolup biraz buluruz yolu diyebilecek kadar da deliyseniz (aynı bizim gibi) o zaman araba kiralamak alternatif seçeneklerden biri haline geliyor. En azından tramvayda 20 dakika kalıp o çileyi (burada kast ettiğim çile kalabalık ve sallanan bir toplu taşım aracı olması değil, içindeki insanların bir hayli terbiyesiz ve fazla uçuk hareketlerde bulunması, aynı zamanda cüzdanınıza falan çok iyi sahip olmanız lazım bu tarz yerlerde) çektikten sonra sanırım istanbulda araba kiralamak mantıklı ama bir o kadar da delilik. 12 milyon kişilik dev bir şehir olmasa yürürüm de derdim aslında sonuçta gidiceğimiz yerlerin bir çoğu deniz kenarında ancak televizyonlardan onlarca olay izledikten sonra istanbulu ne kadar da sevsem çok fazla güvenemiyorum. şimdilik bu kadar hem daha sınavıma da çalışmadım, istanbula gidebilirsem bu defa sanırım "bir turist için istanbulda gezilecek yerler" gibi bir kitapçık yazıcam çok da iyi tanımasam da. izmir olursa da güzel olur güzel kız görmüş oluruz uzun zamandan sonra :p. balıkesir'de de ayvalık-cunda oralar gezilecek yerler imiş yaşanacak yerler imiş bir de oralara bakarız eğer yolumuz oraya düşerse.

30 Mart 2008 Pazar

Bu seferlik küçük bir hikaye

-peki onun dertlerini kim dinleyecek ?
-onun dertlerini sen anlayabilirsin. o yüzden paylaşmak için seni bekleyecek.
-peki ben olduğumu anlayacak mı ?
-aslında bunu ben bile bilmiyorum, umarım anlayabilir.
-peki ben onu bulduğumu nasıl anlayacağım ?
-maalesef onu bulmadan anlamanın bir yolu yok. hayatın boyunca başkaları da olacak belki ama senin bile bulabilmen kesin değil. üzgünüm.
-yo, üzülmene gerek yok. sanırım ben onu bulabilirim, en azından bulabilmeliyim.
-peki sen nasıl anlayacağını düşünüyorsun ?
-bilmem. hem sen bilmiyosan benim bilmem biraz mantıksız olmaz mı ?
-hiç de değil. biyolojik olarak bir hayvandan farksızsın, ama kalbin sınırları yoktur. kan pompalamaktan başka görevleri de var.
-ya o beni aramıyor olursa ?
-bu da yüzleşmen gereken bir sorun, ama zaten eğer dertlerini sen anlayabileceksen o zaman seni bekliyor olması gerekir.
-burada konuşunca her şey çok mantıklı geliyor. madem bu kadar kolay neden her gün pek çok insan gerçek aşk için yalvarıyorlar ?
-bunun cevabı çok kolay. çünkü insanlar inanmıyorlar, ve inanlar bile korkuyor.
-iyi de aşktan neden korksunlar ?
-bu da kolay, çünkü körler. aşk o kadar büyük ve güçlü ki her insanın dünyası bunu yaşamak için yeterince büyük değil.
-peki aşk somut bişey mi ?
-aslında evet, ama insanlar bunu o kadar soyutlaştırdılar ki dünyada bunun somutluğunu görebilen çok az insan var.
-peki o görebiliyor mu ?
-bu biraz da sana bağlı. eğer göremiyorsa görebilmesini sağlayabilirsin.
-ama ya asla göremezse ?
-yine sana bağlı, eğer onu o halinde bile kabul etmeye razıysan senin bileceğin bir şey.
-ama benim görebilmem adil değil bu durumda.
-evet zaten kimse sana adil olduğunu söylemedi. bunu taşımak kolay değil biliyorum ama birinin yapması lazım.
-ben böyle bir şeyi asla istemedim ki. aşk ne kadar güçlü olursa olsun onu öldürebilirim.
-evet tabi ki. senin için onu öldürmesi zor da olsa öldürebilirsin. sonuçta bu yüzden çok ağlayacağını sana şimdiden garanti edebilirim. insanları üzeceksin, ve insanlar da seni üzecek.
-iyi de neden ?
-basit. böyle olması gerekiyor.
-peki aşkın somut bir şey olduğunu söylemiştin, bu nasıl olabiliyor ?
-sorunun cevabı kendinde saklı. aşık bir insan eğer bu hissi layığıyla yaşıyorsa ölüme bile gülümseyebilir. arıya alerjisi olan kovana dalar, hatta fareden korkan fil bile lağımda yaşamaya ikna olur.
-bir soru daha sorabilir miyim ?
-bu son olsun lütfen.
-peki. aşık olduğumu nasıl anlayacağım ? yani onu diğerlerinden farklı kılan ne olacak ?
-şunu unutma, bir kez aşık olmayacaksın. bu pek çok kez tadacağın kimi zaman zevk kimi zaman keder olacak. ancak kalbinde bu yaralar ve küçük mutluluk birikintileri olmadan asla en gerçeğine hazır olamazsın. onu nasıl anlayacağına gelince... küçücük kalbini söküp ona hediye etmek gelecek içinden, ve kalbin onun yerine onu buraya koy diyecek sana. gözlerin dolacak ve ağlayacaksın ama gözyaşların akmayacak. senin için güneşin batıdan doğması fark etmeyecek.
-sen her zaman yanımda olacak mısın ?
-bu tamamen sana bağlı. her gece seni izliyor olacağım bu kesin, ve senin büyümeni, farklı insanlarla kesişen yollarını göreceğim. ancak ne zaman aşka inanmayı bırakırsan, hatta aşktan şüphe edersen bir karanlığa düşeceksin. unutma bu senin en büyük dayanağın olmalı.
-onun gözlerine bakmak için sabırsızlanıyorum...
-onun gözleri de seninkileri aramaktan yoruluyor. bence onu daha fazla bekletmemelisin.
-bence beklemeli. çünkü gözlerine her baktığımda ona verdiğim değeri anlaması için beklemesi gerek.
-oyunu öğrenmişsin.
-çok iyi bir öğretmenim vardı.
-sana son bir ders. biri için yaptığın fedakarlıktan daha fazlasını bir sonraki için yap.
-bu sayede en sonuncu aniden en değerli olacak değil mi ?
-kesinlikle. ve unutma, kıymet bilmeyen insanlar seni üzecekler.
-onlar için şimdiden üzülüyorum. umarım bir kaç kişiyi tekrar bunun gerçekliğine inandırabilirim.
-şimdilik hoşçakal.
-tekrar ne zaman görüşeceğiz ?
-bunun için tarih vermek yapılacak en acımasız şey olur. ama senin gülümseyeceğini biliyorum. kalbinin atışı denizlerin gel-gitleri gibi. bana anlatacakların için sabırsızlanıyorum.
-her şey için teşekkür ederim.
-hadi bakalım küçük çocuk. seni bekleyen koca bir serüven var önünde.....

25 Mart 2008 Salı

Yine de İstanbul

Çok güzel bir yer ya şu şehr-i İstanbul. Gerçi ben çirkin desem ne olacak insanlar yüzyıllardır şiirler şarkılar yazmış kendisine sanki benim onu niteleyen sıfatlarından bir tanesini değiştirmem bir şey fark ettirecek gibi. Bu defa İstanbuldan geleli çok olmadı, bi sayayım.. sanırım 21 mart günü oradaydık bir arkadaşımla beraber. kalmadık bile zaten gidişimiz bile aksiyon filmlerinden fırlamış gibiydi kalmaya lüzum görmedik. bi dahaki sefere artık. çok da gezemedik doğrusu yanımdaki arkadaşım çok uzun yıllardır ilk kez istanbula geliyordu, ama benim de söz verdiğim birini görmek zorunda olmamdan ötürü bana ayak uydurmak zorunda kaldı. En nihayetinde sultanahmet camii'ni gezebildik ama ayasofya ile topkapı sarayı için vaktimiz yetmedi, kapanışlarına yetişebildik.

Her gittiğimde düşünürüm istanbulun en çok neresini nesini seviyorum diye. bi kere pahalı şehir yaşamak için paranın olması lazım gerçek anlamda. ikincisi çok dönek bir şehir, bir gün caddede yıllardır görmediğin bir arkadaşına rastlarken bir başka gün tinerciler peşinden koşturabiliyor. ama her gittiğimde söylediğim bir şey var ki sanırım genel olarak insanların istanbuldan vazgeçememe sendromunun bende ki etkisi de bu: "yine de istanbul". Ortaköydeki bir kafeterya da sabahın çok erken saatinde kahvaltı ediyoruz. düşünün ki daha istanbulun ışıkları yeni sönüyor, orada küpe toka vb herşeyi satan çingene nineler yok daha ortalarda. Dayanamayıp söyledim görevli arkadaşa: "yav biz ankaradan geliyoruz, evler, yurtlar, okullar dağa taşa bakıyor, siz her sabah burada çalışmaya denizi görerek başlıyorusunuz". Görevli arkadaşın yüzüne acı bir sırıtış yayılıyor, "biz görmekten bıktık artık" diyor. An itibari ile düşününce istanbuldan nasıl bıkılır aklım almıyor benim, onca tarihi güzelliği olan, gemilerin bile yürüyerek geçtiği haliç'e her sabah uyanan insanlar bunları söylüyor artık bıktık diyorlar. Ben deniz kenarında büyümedim ama orada büyüyen insanların denizi olmayan yerlerde nasıl sudan çıkmış balık gibi çırpındıklarını görüyorum.

Akşam saatlerine yaklaşırken, bir de istiklal caddesine götürüyorum arkadaşı, bilenler bilir, taksim meydanından istiklal caddesine girmeden önce tümsek diye nitelenebilecek bir yer vardır, caddenin bir kısmını görür ve genelde iğne atsan yere düşmeyecek şekildedir. Çok yakın bir arkadaşım o manzarayı "buraya taksim bi milyon denir olm" diyerek tarif etmişti. Gittiğimiz gün bir milyondan daha ziyade beş milyona falan benziyordu, bir de akşam saatlerine yakın olunca makul bir rakam sanırım. O inanılmaz kalabalıkta caddenin sonuna kadar gidemedik vaktimizin kısıtlı olduğundan dolayı, ama galatasaray lisesinin önüne gelince arkadaşıma liseyi göstererek "burası da galatasarayın meşhur kapısı bak bakalım" dedim. Sanırım basit bir lise kapısı görmeyi bekliyordu çünkü verdiği tepkiler genelde "ooooooooohaaaaaaaaaa" şeklinde nidalardan ibaretti. sonra da "millet nerde okuyor biz nerde" diyerek belki de istanbul aşıklığının ilk belirtilerini gösterdi ki bunu diyen arkadaşım deniz kenarında, izmirde yetişmiş bir şahıstır. Yazıların kaç kişi tarafından okunduğunu falan bilemeyeceğim, ama sadece bir tavsiye vereyim ankaradan istanbula gidecek olanlara: trenle gidin. biz o kadar çok alıştık ki uçağın kısa sürede oraya gitmesine, veya otobüslerin rahatsız koltuklarına, demir yollarını kullanmaya üşeniyoruz. Hemen hemen her tür seyahat aracını (feribottan deniz otobüsüne, şahsi arabadan uçağa, gemiden trene) kullanmış biri olarak açıklıkla söylüyorum bu güne kadar tren kadar rahatını kullanmadım. Canın mı sıkıldı arkadaş, geç yemek vagonuna, hem tanımadığın insanlarla tanış, hem içkinden yudumla. açsan yemek de yersin işte fena mı. hem haydarpaşa garında inip de karşına martılar çıkınca birden bire garın kapısından çıkarken "yine de istanbul" diyor insan. Gitmişken bakmayı da unutmayın gardan çıkarken sol taraftaki sutunun üzerindeki camlardan bir tanesinde güzelce saklanmış bir Türk bayrağı vardır. neyse uzatmadan devam edeyim, akşam olduktan sonra beşiktaş iskelesinden biniyorsunuz vapura, kadıköy iskelesine doğru. ininceye kadar istanbul bir kaç kez daha bana "yine de istanbul" dedirtiyor, bir yandan kuleli askeri lisesi selam duruyor karşımda diğer yandan topkapı sarayı bütün haşmetiyle yükseliyor istanbulun sayısız tepeciklerinden birinin üstünde. unutursak olmaz galata kulesinin tepesinde insanları bile seçebilirsiniz eğer gözleriniz çok da bozuk değilse. yola devam ederken başka yerler de var elbet ama hem saymakla bitmeyecek kadar çoklar hem de zaten hepsinin adını bilmiyorum. başka bir arkadaşım arıyor telefonla vapurdayken, ve "şerefsizler, itler, niye ben de yanınızda değilim" diye bize bağırıp çağırıyor. telefondan manzarayı anlatmaya çalışıyorum da hiç kolay değil istanbulun manzarasını orayı yılda bir gören biri için tarif etmek. bütün güzellikleri önümüzde istanbulun bizden hiçbir şey saklamıyor sanki o an, zaten birkaç saniye sonra arkadaşım da "lan şu istanbul süper bi yermiş abi" diyor ve beraber gülmeye başlıyoruz. Hava ya iki ya üç derece soğuk yani, zaten sabah ta yağmurlu idi ama bu hava koşullarında bu kadar az gezmiş bi adama (ki zor beğenir) kendisini beğendirebiliyorsa istanbul, değmeyin keyfimize.

Çok fazla tanıdığım yok istanbulda toplasan on kişi falan ancak eder, çoğu da sevmiyor o şehri ama vapurdan inmeden önce düşündüğüm şeyi arkadaşım sesli olarak dile getiriyor : "Fatih (sultan 2.mehmet), iyiki aldın be şuraları". Kadıköy iskelesinde iniyoruz, sabahleyin ortaköyde bizi selamlayan deniz, bu kez haydarpaşaya doğru yürürken veda ediyor. Son kez çekiyorum içime o güzelim iyot kokusunu, zaten karman çorman olan aklımda martı sesleri yankılanıyor. Trenimizin kalkmasına daha 45-50 dk var o zamanı çay içerek geçiriyoruz, arkadaşım bana takılıyor arada ama sonuçta ikimiz de gelmekten memnunuz. Normalde hep sıcak olan ellerim trene binerken titriyor, daha kalkmasına da vakit var aslında, ama yorucu günün ağırlığını koltuklarda sızarak atarız diyoruz. Bu umudumuz koskoca 60 kişilik vagonda çıkabilecek 3 tane ters koltuğun bize çıkması ile bir hayli kırılsa da arabanın gaz-fren-debriyaj kombinasyonun yorgunluğu bir de gezmenin yürümenin ve o günün genel yorgunluğu ile birleşiyor ve deliksiz bir uyku uyuyorum. rüya görmüyorum o gece, zaten çok rüya görmem ben, ama sabah gözlerimi açtığımda karşıma çıkan manzara ile bir önceki sabah çıkan manzarayı karşılaştırıyorum. içim ağlıyor resmen ve diyorum ki "yine de istanbul lan yine de istanbul. gene de giderim gene de giderim". zaten daha trenden inmeden istanbul için gidiş tarihi belirleme çabalarımız başlıyor. çok şarkısını bilmesem de trenden inerken kulağımda pinhani'nin "hele bi gel" isimli şarkısı çalıyor, gözümün önünde de "yine de istanbul" var.

12 Mart 2008 Çarşamba

Şimdiden başlamak istemezdim ama...

aslında bugünden yazmaya başlamak istemezdim ama yavaş yavaş bekleyerektense damdan düşer gibidir benim tarzım genelde, tanıyanlar bilir zaten. bilgisayar mühendisliği okumanın zorluğundan yakınan benim gibi pek çok insan olduğunu da düşünüyorum zaten şu sıralar almakta olduğum Operating Systems adlı bir ders insanın suyunu rahatça çıkarmaya yetiyor. aslında mühendisleri biraz da ot gibi yetiştirmelerinin sebebi sanırım çok ağır çalışmaya alışmalarının istenmesi ancak bence bu sistem yeterince iyi işlemiyor, çünkü takım çalışması olması lazım, biz tanımadığımız insanlarla sadece 2 gün içerisinde kaynaşıp proje yapması beklenen bir mühendislik kuşağı olarak yetiştiliyoruz. gerçi eğitim sistemini sorgulamak benim işim değil (daha önce çok sorguladım bişi olduğu yok :p) ama insan düşünüyo bazen nasıl daha iyi olabilir diye, belki insanları daha çok teşvik etmek gerekiyodur, ama bunun yolunun zorlamaktan geçtiğini zannetmiyorum. Şimdi yazıyı okurken eğer zorlamazlarsa çalışmazsın ki diyebilirsiniz ki bu da doğru ancak lüzumsuz zorlamalar yerine düzenli projeler olsa daha iyi olmaz mı ? en önemlisi de gerçek hayatta okullarda zorla yaptırılıdığının binde biri kadar önemli olmadığını düşündüğüm raporlardan kurtulmak olurdu heralde... Nerden geldim mühendisliğe yaa :D gerçi benden mühendisten başka bişiy de olmazdı ama...

İlk yazı

uzun zamandır yazı yazacak bir yer arıyordm, aslında blog işine karşıyım bile denebilir insanlarının düşüncelerini belki de bu kadar açıkça paylaşabildikleri bir yer yoktur sanırım. Yine de insanın kafasındaki şeyleri yazabilecek bir yer olması güzel, hem yazılarım biriktikçe birikti sanırım artık bişileri buralara yazmanın zamanı geldi. Şimdilik bu kadar ...