23 Aralık 2009 Çarşamba

Toruk Macto

------------Spoiler Alert------------

Bütün hayatım boyunca bir kaç film haricinde vizyondayken tekrar tekrar gittiğim film olmamıştır. 'Eternal Sunshine of the Spotless Mind' mesela, 'Titanic', 'Cumhuriyet' bunların her birine 2 veya daha fazla defa gittim. Soundtrack hastası bir insan olarak Hans Zimmer, James Horner, John Williams (hadi Klaus Badelt de POTC ile) en beğendiğim isimlerdir. Şimdi en basitçe açıklamak gerekirse James Horner ve James Cameron'un bir araya geldiği film Titanic, hala dünya gişelerinde hasılat rekorunu elinde bulundurmaktadır (1 milyar doların üzerinde) ve eminim çoğunuz hatırlayacaksınız ki Titanic 11 oskar heykelciği ile dünya rekorunu "Ben Hur" ve "LOTR Return of the King" ile paylaşıyor. Hal böyle olunca insanın Avatar filminden beklentisi hayli yüksek oluyor ki zaten 9 oscar nomination alabileceği söylendi sadece şimdilik. Üstüne yetmezmiş gibi bir de Cameron efsanesinin kendi kameralarını tasarladığı, filmin grafiklerinin render edilmesi için data çiftliklerinin kurulduğu, ve elde edilen rendering sırasında 1 PB (=~ 1000000 GB) dataya ulaşıldığı iddiaları geçince merakımız iyice yükselmişti. Gelelim filme...

Eğer birazcık sinemaya saygınız varsa, bu filme gidin. 3D gidin, arkada çalan müziğin size arada sırada nasıl da Titanic'i anımsattığını dinleyin, James Horner'a saygı duyun. Filmleri bütün olarak değerlendirmek gerek diye düşünüyorum, müziğinden senaryosuna, oyunculuklardan efektlere; gerçekten falso aradım ve bulamadım. Sinemada özlediğim tarzda bir şey izlemek çok güzeldi gerçekten, bundan önce Tim Burton keyiflendiriyordu günümüzü (9'u da izleyin! ve alice in wonderland geliyo mesela) ama bu tarzda, hem görsel şölen hem senaryo keyfi, hem de işitsel şölen sanırım LOTR'den beri yoktu ortalıkta. Her ne kadar Peter Jackson'ı bende sıkı LOTR fanları gibi çok eleştirsem de (hikayeye sadık kalmadığı çok fazla yer vardı) bize gerçek anlamda keyifli bir film izletmişti. Öte yandan James Cameron'un bütün dünyayı gerçekten tasarladığı söyleniyor, yani filmde Pandora diye geçen gezegenin büyük bir bölümünü ciddi ciddi oturup hazırlamış. Ha belki bunu bilmiyosunuzdur diye de ekleyim Titanic filminde Jack'in Rose'a ait portreyi çizdiği sahnede çizen kişi de James Cameron imiş.
Gelelim spoilerlere. Toruk Macto gibi bir şeyi düşünen arkadaşı tebrik ediyorum, kesinlikle mükemmel bir fikir olmuş. Sorun şurda ki tahmin edilebiliyor. Filmin başından itibaren Toruk ve o kaplanımsı yaratığa birilerinin Saheylu yapcağı belliydi. Mesela Grace Tree of Souls'un yamacında yatarken, bir bedenden diğerine aktarılabildiğini öğrendik; ki onu da Jake'de deneyecekleri çok aşikardı. Na'vi leri çok sevdim, aslında yaşanacak şekilde yaşıyor elemanlar, etrafındaki hiç bir şeyi yok etmeden, bütün bir beraberlik içinde. Albayın ölmesi çok uzadı, anladık sonuna kadar savaşan bir tip, ama yine de o kadar uzatmak anlamsızdı. (o kadar seviyoruz dedik James Cameron'u şimdi biraz eleştirelim di mi? =D) Ha mesela Jake'in dua ettiği sahne çok güzeldi, "probably I'm just talking to a tree" diye başlayan ve "bizim dünyamızda hiç yeşillik kalmadı, hepsini hallettik" diye devam eden. Sonra mesela ilk İkran'ı seçme sahnesi de süper hazırlanmış. İkranların seçim şeklini de çok beğendim, eğer seni öldürmeye çalışıyorsa seni istiyo demektir gibi bişi olmuş :D Ben gece seansında da gittim, gündüz seansında da gittim, mümkünse gece gidin, ordan çıktıktan sonra her yer sessiz oluyo, ya şurda bi İkran olsa da saheylu yapsam diyosunuz :P Geyik olarak "iyi bari uyum sorunu yaşamadı birinden diğerine geçerken", "o ne la USB gibi", "ya o port kapalıysa" gibi saçma sapan şeyler de yapabilirsiniz ama yapmayın! Iknimaya dağları'nı Peter Pan's neverland gibi hazırlamışlar, o müzikle beraber orayı görünce gerçekten insanın gözleri doluyor :)

James Cameron film yapmakla da yetinmemiş, pandora gezegenini anlatan birkaç tane kitap hazırlamış bunları amazon.com da avatar diye aratarak mümkün. Düşünsenize sinemaya durmadan böyle filmler geldiğini :)

Unutmadan:

I see you.

------------Spoiler Alert Bitti :)------------

Bu uzun bir zaman dilimi içerisinde buraya yazabileceğim son yazı olucak. (belki 3-4 ay gibi) Elimde o kadar çok yarım yazı birikti ki onları tamamlamadan buraya tekrar yazmak istemiyorum; 2010 bu yazıyı okuyan herkese oyuncaklar kadar güzel günler getirsin diyorum (evet hala seviyorum oyuncakları alla alla)ve uzunca bir süreliğine hoşçakalın diyorum. :P


7 Aralık 2009 Pazartesi

Kelebekleri İtmeyin!

Buna söyleyecek hiç bir sözüm, yorumum, hiçbir şeyim yok. I rest my case diyorum sadece.

Kelebekleri İtmeyin...

Adam fısıldadı: "Tanrım konuş benimle."
Ve bir kuş cıvıldadı ağaçta.
Ama adam duymadı.
Sonra adam bağırdı:
"Tanrım, konuş benimle."
Ve gökyüzünde bir şimşek çaktı.
Ama adam dinlemedi onu.
Adam etrafına bakındı ve,
"Tanrım seni görmeme izin ver!" dedi.
Ve bir yıldız parladı gökyüzünde.
Ama adam farkına varmadı.
Ve yüksek sesle haykırdı:
"Tanrım bana bir mucize göster."
Ve bir bebek doğdu bir yerlerde.
Ama adam bunu bilemedi.
Sonra çaresizlik içinde sızlandı:
"Dokun bana Tanrım ve burada olduğunu anlamamı sağla, ne olur!"
Bir kelebek kondu adamın omzuna.
Ve adam kelebeği, elinin tersiyle uzaklaştırdı...

Bütün dünya dergisi

3 Aralık 2009 Perşembe

Deşifre - Optimizasyon - Tahmin - Rüya Tabirleri

Şimdi önce heyecanlanma. Hikayeye çevirdim her şeyi, güzel güzel okuyabileceksin bak ne güzel. Üstelik başlıktaki her şeyi nasıl sığdırdık bir telefon konuşmasına :) Aslında önce çok harika bir hikaye çıktı; ama takıldım bir yerinde ben de buna çevirdim. Hadi bakalım...

------------------------------
"Söyle" dedi Jasper. "Kararsızım, ve çok yoruldum artık bu kovalamacadan...Üstelik gökten üzerime saçmalık yağıyor, hiçbir şeye anlam veremeyen bir hale geldim". David ilk defa bu kadar tuhaf görüyordu onu belki de; teoride kardeşti onlar, doğumlarına yardımcı olan kişi aynıydı. "İnsan hayatında vazgeçilmezlerin sayısı arttıkça yoruluyorum David, eğer her şeyi bir kenara bırakabilsem seçeneklerim çok daha az olacaktı".

"Optimizasyon" dedi David hiç istifini bozmadan. Yaptığı işi seviyordu; üstelik zekiydi de; laplace'ın şeytanı olmak kolay değildi. "Bu sorunun cevabı çok basit, optimizasyon" dedi. "Tabi ki herkesi her şeyi bırakmayacaksın; ama nelerin vazgeçilmez olduğuna daha dikkat etmen lazım belki de" dedi. "İnsan bir karar verdikten sonra, onu başka bir seçeneğe yönlendirmek kulağa hakaret gibi geliyor Jasper biliyorum; ama bazen en iyisini göremiyoruz". Jasper telefonun diğer ucunda gülümsüyordu; açıklama çok hoşuna gitmişti ama geceye damgasını vuracak sohbetin gerçekleşmesine yirmi dakika daha vardı.

Her ne kadar ikisi de kişilerle ve olaylarla ilgili yaptıkları tahminlerde veya öngörülerde nadiren yanılmış olsa da ikisi de neyin nereye gideceğini bilmiyorlardı. Bu günün insanlarının "altıncı his" diye yorumladığı his, ikisinde de bolca vardı; öyle ki tahmin edilmesi gerçekten güç şeyleri belki sallamayla :) belki de gerçekten görerek; yaşanmadan önce, konuşulmadan önce, duyulmadan önce hissedebilmişlerdi. Ancak bu defa durum farklıydı, ikisinin de daha önce yanıldığı; üstelik Jasper'ın belki de hayatında ilk ve tek defa yanılmış olmayı istediği bir konu vardı. Bir kişi nasıl yanılmayı isteyebilirdi ki ? Elbette bu iki kaçık da kaçınılmaz şeylerin olduğunu kabullenmişti çok önceden; ancak asla tahmin etmeyi bırakmamışlardı, ve hep doğru tahminleri gösteriyordu ibre. İkisi kafa kafaya verse, biraz daha yardımla lotodan tamı tamına 3 milyon dolar :) kazanıp faiziyle yaşarlardı. Hem tahminler ne gibi bir zarar verebilirdi ki, sadece gördüklerini söylüyolardı, akıllarına o an gelen şey doğru oluyordu çünkü genelde. İkisinin de yanıldığı çok çok nadir vakalar da olmuştu evet; ama sadece gülmüşlerdi o nadir vakalara. Sonuçta bir hayat dolusu tahminden üç beş tanesi yanlış çıkmış olsundu - bir zararını görmemişlerdi.

Yirmi dakika sonra Jasper biraz tereddütle David'e belki de hayatında karşılaşmış olabileceği en büyük saçmalığı anlatıyordu. Üstelik bu kaçıncıydı; her defasında başka bir gün merhaba diyordu, en azından bu saate kadar kendine merhaba diyen şeyler artık başka insanların düşlerine girerek atlıyorlardı Jasper'ın önüne. Son iki ay içerisinde üçüncüydü bu; evet üçüncü farklı kişiydi benzer rüyaları gören...Korkutuyordu bir diğer taraftan; çünkü hep aynı şeyi gösteren rüyalardı bunlar. Farklı insanların ağzından duyuyordu aynı tuhaf şeyi; her defasında tüylerini ürperterek dinliyordu uyku masallarını onların.

"Sen yanlış düşünüyorsun Jasper" dedi David. Jasper'ın uzunca bir zamandır duymak istediği şeydi bu; Laplace'ın şeytanı ona hatalı olduğunu, yanlış yorumladığını söylüyordu. Tam bir şey söyleyerek sözünü kesecekken David devam etti: "Sanırım beni yanlış anladın. Bırak açıklayım: sen artık kontrol edemeyeceğin şeylerin sınırında geziyorsun. Düşün ki her şeyi doğru gördüler, ve doğru yorumladın. O zaman derdin ne senin ? Kör müsün be adam ?".

Hayal kırıklığı. David ona yanlış olduğunu değil, sadece eğer her şeye bu kadar inanıyorsa gereksiz yere kendini yorduğunu gösteriyordu. David devam etti: "A tabi ki doğru çıkmaması şansını da düşünmemiz gerekiyor; ancak bugün şanslı günün, sana o durumda da tamamen boşuna düşüncelerini bunlara verdiğini ispatlayacağım." Jasper her zamanki gibi gülümseyerek dinliyordu. "Bu düşüncelerinin yanlış olduğunu düşünürsen; zaten doğru olmadığını kabul etmiş olacaksın. Aslında her ne kadar sürüklenmek istemesen bile bununla yüzleşmek seni (vura vura) düzeltecek ve en sonunda bunların yanlış olabilme ihtimalini tahmin ederek - veya şu an için tahmin ettiğini sanarak- bundan tamamen kurtulacaksın. Üstelik senin kontrolün dışında gelişen şeylerin neler getirebileceğini asla bilemeyeceğin için en iyi şansını bu olarak görüyorum." Jasper kıkırdadı; açıklama tamamen bilimsel olmakla beraber sadece bir olasılığı içermiyordu. "Peki ya..." diyerek başladı Jasper. Sorunun yanıtı neredeyse tamamlanmadan geldi ve her zamanki gibi basitti: "işte onu bilemezsin!"

"Peki sen ne düşünüyorsun" diye sordu Jasper. "Senin fikrin ne ?"
Laplace'ın şeytanı birkaç kez derin nefes alıp verdikten sonra şöyle dedi: "Senin hakkında tahmin yapmayı sevmediğimi biliyorsun. O yüzden bu defalık bilmiyorum diyorum".

Telefonu kapatmadan önceki son 5 dakikada David ekledi: "bunu yazmanı istiyorum. Güzel bir anı olucak. Üstelik bugün epey başlık değiştirdik; ancak beni deşifre etme"
Jasper zevkle cevapladı: "kesinlikle seni deşifre etmem lazım; yoksa insanlar kim olduğunu bilmek isteyecekler".
"Hayır" dedi David. Hala sakin konuşuyordu aslında, ancak açık adresinin verilmesi fikri onu heyecanlandırmıştı.
"Merak etme, ben bir kılıf bulurum" dedi Jasper.

------------------------------------------

Special thanks to: improbable, Adam Fawer, David Caine, Jasper Caine.

Unutmadan: çok zor oldu yazması, her söylenen şeyden bir ima çıkmasın diye çok uğraştım; ama yine de tülü çekemediğimiz yerler oldu sanırım. Keyifliydi ama bu telefon sohbetlerini aktarma olayındaki rumuz kullanılma sıklığından yoruldum. Yarın bigün çıldırıp orda burda benim adım Mavi Domates diye gezmek istemiyorum =) Ve bu arada David hala Jasper'a bir tahmin borçlu!

14 Kasım 2009 Cumartesi

Söz verilen yazı.

Söz verilen yazı.

Dün gece sözünü verdiğim yazıyı yazdım efem okuyabilirsiniz. Onlar ki en iyi günlerimizi beraber yaşadığımız insanlardır; öl dese ölünür kan bağı olmayan kardeşlerdir. Dün akşam Mr. G ile sohbetimiz esnasında epey bir gülmüş olmamın akabinde kendisine konuşulanların bir bölümünü uygun bir dille anlatacağıma söz verdim. İster istemez bazı yerleri kesmek, ve biçmek zorunda kaldım, ancak yine de yazarken çok eğlendim; onun da okurken eğleneceğine eminim. Hadi sohbete:

Mavi Domates: Alo ?

Mr. G: Alo.

Mavi Domates: Naber abi ?

Mr. G: İyidir hocam, senden naber ?

Mavi Domates: İyi, iyi nolsun ya.

Mr. G:

Mavi Domates:

Mr. G: Şimdi bana yalan söyleme, direğe çıktın di mi lan ? :) Olm sana demedik mi o kadarına gerek yok diye, herşeyin bi ayarı vardır diye.

Mavi Domates: Ha işim yok direğe çıktım, olm çılgın mısın sen ya ?

Mr. G: Belediyeye dava aç. Ağlasınlar.

Mavi Domates: Gelip evi yıksınlar sonra :P

Mr. G: Ee daha başka napıyosun ?

Mavi Domates:

Mr. G: Olm senin sepetin dolmuş artık.

Mavi Domates: Ahahahhah. O nasıl oluyo öyle ?

Mr. G: Ya şimdi ağacı düşün. Meyva topluyosun sürekli. Eğer sabırla yavaş yavaş toplayıp yersen hem aç kalmazsın. Ama ağacı sulaman lazım.

Mavi Domates: Çiş yapabilirsin mesela köküne.

Mr. G: Tabi.

Mavi Domates: Eee, sonra ?

Mr. G: Ya şimdi düşün, eğer ağaca girişirsen, bi defada çok meyve toplarsın; ama ağaçın ebesine atlanır.

Mavi Domates: Tabi. Girişmiceksin ağaca. Yavaş yavaş :)

Mr. G: İşte kimisi girişiyo, kimisi de hiç beslemiyo ağacı.

Mavi Domates: Benim sepet nası doluyo peki abi ?

Mr. G: Toplamaktan.

Mavi Domates: Allasen ?

Mr. G: Tabi abi. Ama işte ağaç da önemli bi faktör burda.

Mavi Domates: Peki benim ağaç olmam gerekmiyo mu ?

Mr. G: O durumda da hiç meyven kalmadı sebil gibi dağıttın çünkü.

Mavi Domates:

Mr. G:

Mr. G: İşte sen şöyle düşünceksin hocam; kapalı çikolata kutusu.

Mavi Domates: Ahahhahhah, manyak herif. Nası yani =)

Mr. G: Ya bak işte, zamanı geldiğinde oha burasında fındık varmış diyosun.

Mavi Domates: Olm ambalajda yazmıyo mu fındıklı diye ?

Mr. G: Hayır, kapalı ambalajı falan sürpriz herşey.

Mavi Domates: İyi bakalım. Neyse abi sanırım kitlesel bir yanılma yaşayacağız. Ben dahil :-}

Mr. G: Salla onları boşver, bi de dalga mı geçiyosun benle ya, 7 yaşında insanlar (düzeltir) çocuklar var, anca onlar inanır bunlara. 14 yaşındakiler öyle mi bak bakalım…

Mavi Domates:

Mr. G: …Evet eşşek gibiydi o iğneler.

Mavi Domates: İşte geçen gün öğrendim ben de, aklıma hemen sen geldin hocam ya. Yıllar sonra çözdüm anlayacağın olayı.

Mr.G: Heheh.

Mavi Domates: Bitti di mi, bişi kalmadı yani ?

Mr.G: Ha bitti, bitti. Kalbe gidiyomuş da durdu işte ya.

To Mr. G: I humbly request a comment on this little chat.

10 Kasım 2009 Salı

En sonunda =D

En sonunda başardım. Her defasında bir yerlere vurduğum (sandalyelerin, masaların ayakları, sehpalar, kanepelerde parçalanan tırnaklar) ayaklarım bugün dayanamadı ve çatladı =) Evet evet, ayağımı çatlattım =D Niye gülüyosun manyak mısın diyebilirsiniz de, ayağım çatladı dediğim herkes maç mı yapıyordun deyince(hele bir de bunu futbolu değil oynamaktan izlemekten bile keyif almayan birine söylüyorlar); üstüne telefonda, hastanede, sağlık merkezinde de aynı şeyleri anlatınca artık insan yazarken gülmeye başlıyor. Hikayesini de anlatayım:
  • bugün 10 kasım olmasından ötürü anıtkabir'in önünden geçen servis yolu kapatılır.
  • bir adet Mavi Domates, bu yolun kapatıldığını görür, ve hayıflanır.
  • aynı Mavi Domates hayıflanadursun, okuluna ait servis yolun kapalı olduğunu görür ve beşevler istikametine döner (bu normalde izleyeceği yol değildir.)
  • Mavi Domates servisi kırmızı ışıkta yakalayacağına inancı tam olarak depar atmaya başlar.
  • İyi bir kısa mesafe koşucusu olan Mavi Domates tam servisi yakalayacakken sol ayağının iç bölümü, önceden bir elektrik direğini tutmakla görevli olan yerdeki 8-9 cm uzunluğundaki vidaya takılır.
  • Ayağının bir yerlere takılmasına, çarpmasına alışık olan er kişi okkalı bir küfür savurur; ancak daha bitmemiştir; çantasının sapı kopar.
  • İyiki de o çantanın sapı kopmuştur çünkü o kopan sapla beraber çanta Mavi Domates'i akan trafiğe düşmekten kurtarır.
  • Tabi akan trafiğin içerisinde Mavi Domates'in okuluna ait servis de vardır.
  • Okkalı küfürlere devam eden Mavi Domates son olarak ayağının ne kadar ağrıdığını ve basamadığını farkeder.
  • Ayağını çarpmaya alışık olduğundan, ayağının içinde olmaması gereken yumurta gibi bir şişlik sezer "eveeet sonunda çatlattık" diye gururla gülümser.
Hikayenin devamı da güzel aslında ama, şimdilik yeterli gibi geldi bana. Zaten ayağım ağrıyo =)

5 Kasım 2009 Perşembe

Şeker Cadı, Şeker Cadı, Şeker Cadı

Arkadaş, öyle bir anıyı dürttünüz ki gece gece, yarına sınavım olmasına rağmen işi gücü bırakıp yazı yazmaya başladım :) Evet küçükken böyle bişi vardı sonradan tabi ki "bloody mary" hikayesinden doğrudan alıntı olduğunu farkettim; ama o zamanlar çocukları oyalamak ve korkutmak için mükemmel bir kılıftı. Güya ayna karşısında üç kere şeker cadı derseniz bir cadı gelip sizi öldürmeye çalışırdı, bu hikayeyi olabildiğince gerçeklikte anlatabilen arkadaşlarımız bile vardı (o aynı arkadaşlar karşı barakalardan sesler yaratıp öğle tenefüsünde bütün okula korku salarlardı orası ayrı - yıllar sonra bir tanesi itiraf ederken bile kahkaha atıyordu - İlkokul hayatı eğlenceli geçmemiş olan yoktur tabi ki ama bizimki bir başkaydı gerçekten. Biraz da büyükşehirden uzak olduğundan üç taş, yerden yüksek, bezirganbaşı bizim en çok keyif aldığımız oyunlar olmuştu; üstelik okuldan eve evden okula yürüyerek giderdik. En mükemmeli de o yol üzerinde yaşanan küçük anılardır; serkan'ın kara saplanmasından tutun da servisin beni almayarak yarım metre karda bir saat yürümeme sebep olmasına kadar. Geçenlerde yazıyordum aslında ama yarım kaldı; Hale Bopp kuyruklu yıldızını (bir çok insan hala halley zanneder) da aynı yol üzerinde görmüştüm ilk defa; gökyüzünde şimdiye kadar gördüğüm en muhteşem şeydi desem abartı olmaz sanırım. O kadar çok kar yağardı ki karın altındaki toprağı çıkarabilmek için kardeşimle en az yarım saat kazmamız gerekirdi. (evet küçük eller ve ayaklar da yavaşlatıyor, ve o kadar kar varken neden insan toprakla oynar ki ?) sonra tabi eve gelip 2277 yi cevirip gizemi arayıp gizem bugün ödev neydi derdim =) canım arkadaşım beni hiç kırmaz kısa bir fırça attıktan sonra (arman yaz artık şunları yaa) hemen söylerdi, ben de "bu metinde geçen şu cümleyi açıklayınız" sorularına "tamam" yazıp ödevim bitti derdim =) pembe yolda bisiklet sürme maceralarımız da cabasıdır tabi ki olayın; serkanın ilk büyük boy bisikletini alıp (bisan marka bordo, ve oha ben bunu nasıl hatırlıyorum) ilk binme denemesinde düşüp kolunu bacağını kanatıp eve gitmesi gibi :D sonra serkanla beraber bu dağlarda terörist var mıdır düşünceleri, aynı zamanlarda kardeşimin de kutluyla beraber uzaylı arıyor olması =) denizin gıdıklandığında mosmor olup nefes alamaması, boğulmaya doğru gitmesi; tabiki vazgeçilmez olan inşaat gecesi :D (bu sonuncusu kesinlikle tekrar denenmemelidir, zira o günden beridir dünya kısa mesafe hız rekoru kesinlikle Usain Bolt'ta değil utkudadır. koşarak o yokuşu inen utkunun önünü kesen siyah araba filmlerden fırlamış bir kaçırma sahnesini akıllara sokmuşken; inen insanların "burda napıyorsunuz?" sorusuna "macera arıyoruz" cevabı vermem de tarihe geçmiştir (tabi bu arkadan gelen bembeyaz suratlı gizem pınar ve tuğberk in yüzlerine renk getirmeye yetmemişti.) Velhasıl kelam çok eğlenmiştik çok =) Son olarak da o günden sonra aynısının asla tat vermediği bir geceyi koyalım araya bir 10 yıl büyüme payı koyduktan sonra. Kocaman bir masalı bitirdik aslında, bir o kadar kocamanı da daha yeni başladı - ama bugünlük benden bu kadar: gidip biraz ders çalışmam lazım. Cheers =)


Ha bir de unutmadan insanları kısaca tanırsak:
Şarapçılar tabi ki hala şarapçı ;)
Bira içen arkadaş rakıyla alkol komasının sınırlarını zorluyor =)
Portakal suyu içen arkadaşın da artık süper bir top sakalı ve bonus saçları var.


22 Ekim 2009 Perşembe

ahahhahhahahahhh

sabahın köründe gülmekten bi hal oldum yaw, bu burç olayı cidden gerçek :) aksini iddia edip de yok dünyada 12 tip insan olurdu, (hadi yükselenlerle beraber kartezyen yapalım 144 olsun :P) diyenlere inanmayın cidden var böyle bişi. Uzun zamandır tanıdığım bi arkadaşım vardı ama bayadır konuşamamıştık (işte benim yoğunluk onun yoğunluk falan filan), neyse denk geldik fakat nası bi öfkedir arkadaş o. Bıraksan gidip değil romayı bütün italyayı yakar, ki sadece napıyosun gibi bişeyin üzerine gelen bağırma efekti süperdi =) neyse sonra olayın iç yüzünü öğrendikçe öğrendikçe, hem sorunu çözmek için bi taraftan yardım etmeye çalışıyorum, bi taraftan da ekran başında gülüyorum katıla katıla. (bu arada 144 olmuyo şindi farkettim her burç için aslında 11 farklı burç olabilir - kendisininki haricinde - yani 11x12 = 132 oluyo - ahhahaha allam sabah sabah nelerle ugrasıyorum ya) Neyse özetle arkadaşa bi tedavi kürü uyguladıktan sonra güldük eğlendik tabi de kendi kendime de şaka gibi demedim diil, inanın inandırın arkadaşlar bunlar gerçek.

11 Ekim 2009 Pazar

Karardı Karadeniz...

Yaklaşık on dakika kadar önce çok enteresan bişey öğrendim. "Dünya Karadeniz Günü" ne zamanmış ? 31 Ekim. Yani herhalde nadiren bu kadar sevinmişimdir, karadeniz aşığı olan birinin doğum gününün tam da dünya karadeniz gününe denk gelmesi ne mükemmel bir şeydir ya. Hoş aynı zamanda cadılar bayramı olması da var, ama olsun buna daha çok sevindim. Bir de şey vardı mesela (alakasız bişi ama olsun) Michael Jackson'ın vefatı 25 hazirandı, Kazım Koyuncu'nun da öyle. Böyle şeylere acaip tav olurum, tesadüf gibi gelir ama bence alakası bile yoktur. Ha açıkla dersin açıklayamam; üstelik doğarken ne karadenizi çok seveceğim belliydi, ne de dünya karadeniz gününün o gün olacağı =) Ama yine de olsun ben inanmak istemiyorum böyle şeylerin tesadüf olduğuna, o şair ceketli çocuğun yarattığı mucizelerin ve madonna'nın VMA'de "long live the king" diye bahsettiği insanın sahneleri titreten dansının aynı tarihte bitmiş olması bana tesadüf gibi gelmiyor. Evet belki yaşama şekilleri ve vefat şekilleri arasında çok farklar var ama yine de ben pek tesadüflere inanan birisi değilim. Bu arada izlememiş olanlar için şu linki fırlatmayı bir borç biliyorum:
(aslında sitesinden alıp buraya upload edebilirdim, ama bence sitenin ziyaretçi sayısının yükselmesi ve sizin biraz çaba sarfetmeniz açısından çok faydalı olacaktır. Pişman olmayacaksınız!!!)


Bakmadan geçmeyin (hatta baktıysanız bile tekrar bakın, 49 ayrı sanatçıdan dinlemesi feci tatlı oluyor, enteresan olanı da oradaki arkadaşları, özellikle Anında Görüntü Show'da rol almış olanları (bilenler bilir Mahşer-i Cümbüş) canlı canlı görmüş ve dinlemiş olmam:)) Parantezlerden kurtulduktan sonra bir de şu videoyu hediye edeyim:

Ortala

Henüz bitirmedim bu yazıyı biraz daha yazmam lazım, ama devamı sonra. Bi de enteresan bişi var, bu siteye girebilen insanların nereden bağlandığını görebiliyorsunuz (şehir olarak görüyosun mesela istanbul, ankara, kars vsvs yani direk evin adresini vermiyo =) aslında fena fikir de değilmiş hani =) ), çoğu tahmin edilebilen yerler Türkiye'de yani hep beni tanıyanların olduğu yerler (veya beni tanıyanları tanıyanların olduğu), ama Brezilya ne iş ? Amerikadan da 2-3 yerden bağlanmışlar ama Brezilya ? Anlamadım ki kimler okuyo bunları hayret bişi =) Dünya okumayı tahmin ettiğimden daha çok seviyor heralde... Belki Alessandra Ambrosio okuyodur diye ingilizce falan mı yazsam bundan sonra :P Türkçe öğrensin banane =)

Hemen sonrasında gelen edit: ya bunu yeni buldum bunu da izlesenize; ben filmi olduğunu bilmiyodum, işin yoksa şimdi filmini bul, satın al...
For Alessandra Ambrosio: You should also watch these to learn Turkish Culture a bit :P


27 Eylül 2009 Pazar

Insomnia takes over.

Uzun zamandır bildiğim bir şeydi ama şimdi aklımda gelince paylaşayım dedim. Bundan daha iyi şeyler yazabildiğim su götürmez olmakla beraber beni özellikle "my life was once assembly code.." kısmı çok güldürüyor. İzleyenler varsa bilir "Harold and Kumar - Escape from Guantanamo" filminde de "squareroot of 3" diye bir şiirden bahsediliyor. Matthew Dalton yazan kişi olmayabilir ama internetten aratıldığında çıkan isim onunki oldu. Haydin okumaya...Dijital lablarına, fizik 102 ye, cs201-202 ye, sinyale ve her pinini tekrar kontrol ettiğim, teknokentte sabahlayarak bitirebildiğim, en sonunda da salak bir kablosu değmediği için ecel terleri döktüren inno'ya ithaf ettim gitti...


An Engineer's Valentine
by Matthew Dalton

I was alone and all was dark
Beneath me and above
My life was full of volts and amps
But not the spark of love

But now that you are here with me
My heart is overjoyed
You've turned the square of my heart
Into a sinusoid

You load things from my memory
Onto my system's bus
My life was once assembly code
Now it's C++

I love the way you solder things
My circuits you can fix
The voltage across your diode is
Much more than just point six

With your op-amps and resistors
You have built my integrator
I cannot survive without you
You are my function generator

You've changed my world, increased my gain
And made my math discreet
So now, I'll end my poem here
Control, Alt and Delete.


2 Eylül 2009 Çarşamba

WebSitesi Update Edildi...

Hazır biraz boş zaman bulmuşken web sitesini bir elden geçireyim dedim, güzel bişiler yaptım. Hem CV'nin de yeni halini koymak için ne zamandır bir bahane bekliyordum, onu da aradan çıkarmış oldum. Bu arada tabi web sitesini düzenlerken internetten araştırdım fiyatları nasıl falan diye, profesyonel tasarımcılar web sitesini tasarımlarını 30000$ a kadar yükselebilen fiyatlardan satıyorlarmış...Tabi ki bu tarz sitelerin yapımı sizin benim yaptığımız gibi 15-20 dakikada bitebilecek türden şeyler değil ciddi bir bilgi birikimi gerektiriyor.
Hala bazı linklerinde eksiklik var henüz tam olarak düzenlemedim ama yine de olsun uzun zaman sonra weble uğraşmak tekrar eğlenceli geldi, hele de şu aralar kendiminkinden başka 2-3 tane daha web sitesi ile uğraşmakta olunca daha da zevkli hale geliyor. Hazır oldukları zaman hem referans olarak bir bölüme koyarım hem de prototiplerini görülebilecek şekilde siteye upload ederim. Yaz sebebiyle iyice bozulan uyku düzenim en azından faydalı şeylere harcanıyor (ışın kılıçları, web siteleri, şimdilerde bir tane de oyun yapmayı düşünüyorum) Timur Chat'in hazır olmasına da az bir zaman kaldı, yakın zamanda bitirebilirsem, kullanılabilir bir hale gelicek sanırım. Farklı olması için biraz kafa patlatmak gerekti, ama şu an için diğer chat programlarına göre şöyle bir farklılık tablosu olacak gibi duruyor:
  • Sisteme kayıt olan herkes birbirini görebilecek.
  • İletiler çok sağlam ve çözülmesi neredeyse imkansız olan (süperbilgisayarlar vsvs) blowfish algoritması ile şifrelenmiş olacak.
  • Çalışması için .NET framework 2.0 gerekli olacak.
İşin doğrusu benim için burada en önemli olan şey şifrelemenin çok sağlam olması, bu aynı zamanda yazışmanın dışarıdan dinlenebilme olasılığını minimuma indirecek (en azından öyle umuyorum...)
Sisteme giriş ekranını vereyim de sürpriz olsun geri kalanı. İşin doğrusu bunu istediğim şekilde çalıştırabilirsem msn, gtalk vb her türlü instant messenger programından kurtulmak istiyorum. Mr. G, ve Mr. Ç nin "neden yapmıyosun, yapsana, hadi artık yap, yapabilirsin" gibi bolca soru ve tenkit içeren cümlelerine de bir son verebileceğimi umuyorum. Neyse neyse az kaldı...Ha bi de web sitesinin adresi :) http://www.armanhilmioglu.com =) çok zor diil yani :)

27 Ağustos 2009 Perşembe

Çocukluk Hayali Dediğin Böyle Olur =)

StarWars The Phantom of Menace filmini izlediğimden beridir hayalimdir ışın kılıcı sahibi olmak. İşin doğrusu "Ryan vs Dorkman" isimli videoyu ve ikincisini izlediğimden beridir de uğraşmak istemiştim böyle bir şeylerle. En sonunda uygun zamanı bulunca bir deneme yapayım dedim ve yaklaşık 30 saniyelik bir video çektikten sonra bunun 10 dakikalık sürümünün nasıl azap verici derecede uğraştırabileceği ama ne kadar da keyifli olduğu hakkında artık bir fikre sahibim. Paylaşmak için en uygun yerlerden bir tanesi burası ancak yakın zaman içerisinde (bu işi daha iyi yapabilmeye başladığım zaman) yıllardır kardeşimle olan "jedi" yeteneklerimizi sergileyebileceğimiz bir video çekmeyi düşünüyorum, yaklaşık 3-4 dakikalık. Şimdilik sadece bu 30 saniyelik test videosuna bir göz atın diyorum, nasıl yapıldığını öğrendim nasıl olsa (nihahhahah). Sevgili Kutlu ile de bir video çekmek artık farz oldu diyorum. Ha bu arada bunu bilmeyenler için de yazmış olayım, bu ışın kılıcı videolarını yarışmalara göndererek hem özel efekt hem de koreografi alanlarında yarıştırabiliyorsunuz. Bu sadece test videosu, ama şimdiki hedef o yarışmalardan birine katılabilecek kadar iyi bir video yapmak. Sesler biraz kayıyor olabilir ama o kadar olsun, 20 dakikada bu kadar oluyor :)


16 Ağustos 2009 Pazar

Gofretlerin Erimediği Yer

There and back again :P Bu kadar küçük bir yer ile ilgili anlatılabilecek bu kadar çok şey çıkması bile çok enteresan aslında. Evet, soğuk (bakkal amcanın söylediği kadarıyla eski soğuklar kalmamış şimdilerde sadece -30 falan oluyomuş). Bir o kadar da sıcak (o kadar ki sıfır uzunlukta olan saçlarım beni deli gibi güneş ışığından koruyamadığı için merhemlerle beraber uyudum 4 gün :) Sen git deniz kenarında o kadar yer varken yanma istanbulun sıcağında bişi olmasın, sonra git kızar hem de karsta ! Bu arada yazının başlığı tamamen doğru gofretler karsta erimiyo (sevgili kuzenime selam ederim :P ), çok güzel bişi yazın ortasında aldığınız gofreti güneşe bırakmanıza rağmen havanın muntazam seyrinden dolayı erimiyo :) özellikle de yağmurlarını sevdim karsın, hava çok açık gibi görünürken birden bire yağmur yağabiliyo. nüfusu 77000-80000 arasında yaklaşık 40 civarında tarihi rus binası var, ve çok güzel görünüyorlar, şehirde çarpık kentleşme yok; asfalt yok yerler hep arnavut kaldırımı dedikleri düzgün dizilmiş taşlarla kaplı. "Ağustosta karstayım" şeklinde vermiş olduğum beyanatı da yerine getirebilmenin memnuniyeti ile bugün döndüm ankaraya. Oranın temiz havasından sonra, ankaranın havası bayat geldi gerçekten. İnsanları çok sıcakkanlı; zaten kars etnik olarak çok yönlü bir şehir; ermeni-rus-türk-gürcü vsvs karışık yaşıyorlar, gerçi benim kulağıma pek de Türkçe'den farklı bir dil çalındı diyemem. Bir ucundan diğer ucuna yürüyerek gidebiliyorsunuz !!! Yani ankaranın keçiören semti kars kadardır desek doğru olur sanırım. Biz kaldığımız yerden kaleye kadar yürüdük mesela, kalenin girişindeki yokuşu tırmanmadan önce havariler kilisesi var, tabi ki camiye çevrilmiş; kale de çok güzel inşa edilmiş bütün karsı görüyor, insanın derebeyi olası geliyor gerçekten :)

Gidebilecekler için (gitmişler için de tabiki) aygır gölü gerçekten görmeye değer. Oradayken efsanelerini de dinlemek çok keyifliydi; suyun dibi olmadığını (30m civarındaymış) ve derinlerde insanı tek seferde yutabilecek kadar büyük balıklar yaşadığını söylüyorlardı (yok artık lebron james) ama gölün çok sakin ve dinlendirici bir etkisi var gerçekten. Zaten o etki yüzünden (bir de elimle balık yakalamış olmam var tabi) kafamın yandığını hissedemedim ya =) Diğer bütün makine değmemiş şehirler gibi çok sakin bir ortamı var Kars'ın, trafik yok; nüfusun büyük bölümü geçimini hayvancılık ile sağlıyor. Aynı zamanda kışın da Sarıkamış kayak tesislerine ev sahipliği yapan bir kent burası, yani kayak da bir geçim kaynağı sayılabilir.

Hazır kayak demişken, oradaki arkadaşlar o kadar sıcakkanlı ve yardımsever, konuksever davrandılar ki; buradan isimlerini vermesemde Mr. facia ve Mr. adrenalin diyelim şimdilik; kışın da sarıkamış'a giderek rüzgar sörfü yapabilen kişilerin snowboarda olan sözde yatkınlığını(says Mr. adrenalin) teste tabi tutucam diyebilirim. (bir aksilik olmadığı sürece bunu da verilmiş sözler listesine yazabiliriz sevgili teyzeciim ve enişteciiim :P)

Gelgelelim iki tane eksi noktaya kars ile ilgili. Birincisi (bundan çok emin olmamakla beraber) yetkin bir sağlık hizmeti veren kuruluş yok. Tabi ki en iyisi üniversite (Kafkas) ancak onun haricinde insanların acil bir durumda koşup sağlığını ve dolayısı ile kendisini emanet edebileceği herhangi bir yer yok. İkincisi de sinema yok =D Bir tane olarak gözüken sinema şu anda kapatılmış durumda ve hizmet vermiyor. Aklıma gelmişken Kars'ta sadece bir tane cadde var =D "The Cadde" :P Evet doğru okudunuz, sadece bir tane, her ne kadar baya uzun olsa da bir tane var işte :) Ben Kars'ı gayet yaşanabilir bir yer olarak buldum, hem de medeniyet ve beşeriyetin göbeği istanbuldan ve ankaradan sonra görmeme rağmen. Çok tatlı bir yer; üstelik insan hayatında kaç kere 1.5-2 m kar yağdığını görebilir ki :)

Bir terslik olmazsa pek sayın kuzen atom karınca'ya burdan ayaklarına iki tane snowboard bağla diyorum, aralık-ocak civarında bir zamanda yine ordayız diyorum, limon'u çok çok öpüyorum, Mr. adrenalin ve Mr. (kitlesel) facia abilere de umarım balık tuttuğunuzdan daha iyi kayak yapabiliyorsunuzdur diyorum. (elimle tuttum olm heheheh)

8 Ağustos 2009 Cumartesi

Midyelerle doyan martılara ve kedilere :)

Midyelerle doyan martılara ve kedilere, bir de o güzelim sahilin muhteşem bulutsuz gece manzarasına.. Bana borcunu ödedin istanbul, kal sağlıcakla...

Bir Deniz Kabuğu'nun Hikayesi

Sabahleyin gördüm onu ilk
Bu bir midye mi,
Yoksa istiridye mi ?
Bir deniz kabuğuyum ben, dedi
Anlatayım hikayemi...

Dün ıstakozla laflıyorduk
Pek severim kendisini
Duydun mu dedi
Bu gece ne rüzgar uğultusu
Ne de bulut pırıltısı varmış

Karanlık bastırınca yüzdüm tabii
Şöyle güzel, manzaralı bir yere
Işığı hemen buldu gözlerimi fakat
Benim yerim denizin dibi
Onunkisi bulutların tepesi

Çok özlemişim kendisini
Işıl ışıl hanımefendi
Böyle anlatınca sevgisini
Şaşırdım duyunca ben
Midyeler de aşık olabilir mi ?

Bir deniz kabuğuyum ben, dedi
Daha bitirmedim hikayemi
Çok konuştuk hanımefendiyle
Batırdık ayı, güneş beliriverdi
Kutup yıldızı sevmez güneşi

Saklandı hemen, dedi
Yüzemedim de geri
Deniz de çekilince tabii
Bir baktım ki
Her yanımda terlik izleri...

Martı çığlıkları sardı her yanı
Dedim ki kabul et bu son duamı
Madem öleceğim biri duysun sesimi ancak
Bu kişi kutup yıldızına aşkımı anlatacak
Sonra da sen çıkageldin delikanlı
Koca sahilde bir sensin çıplak ayaklı

Atayım seni gerisin geri denize
İstemem dedi, son kez geldim onla göz göze

Peki söyle bana dedim
Ne yapayım senin için ?
Önce bana midye demeyeceksin !
Bir deniz kabuğuyum ben, dedi
Sen al beni.

Can vermeyim bir martının gagasında
Celladım olmasın sevimli bir kedi
Verdikten sonra son nefesimi
Sen al beni
Belki anlatırsın hikayemi...
Arman Hilmioğlu

Sağanak yağmurdan keyif alan herkese :)


Tanrı’nın Gözyaşları


Uyanış.


Uyandım, sabah olmuş olması gerekiyordu

Karanlıktı hava, ilk başta soğuk gibi geliyordu

Penceremi araladım yavaşça, bir şimşek selamladı beni

Işığı ve çiseleyen damlalar kamaştırdı gözlerimi


İki katlıydı evimiz, aşağı kata koşardım ben

Kapıyı açıp toprağı koklardım hemen…

Güneş doğmamıştı, herkes hala uyuyordu

Yağmur gökyüzünü yavaşça griye boyuyordu


Uyandım bir ilkbahar sabahında seher vakti

Sıvıştım evden uyandırmadan kimseleri

Ne bilsinler sabahın köründe uyanıvereceğimi

Binaların çatısından yağmuru dinleyeceğimi


Yağmur.


Sıcacıktı, ama çıplaktı ayaklarım

Yoktu patiklerim veya çoraplarım

Kısaydı saçlarım, ama alışıktılar yağmura

Her yağdığında altındaydım nasıl olsa


Yavaşça; adım adım, şıpırtıları dinleyerek

Kafama çarpan her damlanın hakkını vererek

Ama asla korkmadan, ve hep şemsiyesiz

Yürürdüm yağmur altında sessiz sessiz


Yağmur, bir ilkbahar sabahında seher vakti

Hissettim damlalarını, dinledim sesini

Daha da ıslandım onları düşünürken ben

Yağarken seni hissedemeyenleri


Toprak.


Ezeli dostum toprak, işte yine ben geldim

Üşüyor ayaklarım artık ama önemsemeyeceğim

Yumuşacık olmuştu yağmurun da etkisiyle

Can verdi bana da, verdiği gibi çiçeklere


Dinledi hem benim hem de onun dertlerini

Öğüt vermeden, azarlamadan bizi

Sessizdin ama ısıttın ayaklarımı sen

O günden beridir üşümüyorlar zaten


Toprak, bir ilkbahar sabahında seher vakti

Kokusuyla büyüledi üstündeki uyanık kimseleri

Daha da sert bastım onları düşünürken ben

Üzerinde koşamayıp seni hissedemeyenleri


Eve Dönüş.


Yağmur tekrar bardaktan boşanır gibi yağsın

Giysilerim, ayaklarım, saçlarım yine ıslansın

Bıkmadan gülümseyeceğim yine de ben,

Zaman geçmiyor çünkü gülümsemeden…


Bir ilkbahar sabahında seher vakti

Tanrı ağlıyordu, toprak ve bir deli dinliyordu

Bir ilkbahar sabahında seher vakti

Delinin biri çıplak ayak yağmurda yürüyordu


Her yağmur yağdığında dışarıdadır bu deli

Hasta olmaz yağmurdan ama ağırdır bunun bedeli

Bulutla kaplı olmasındansa bırak da gök yere insin

Tanrının gözyaşları insanları korkutsun ama dinsin.

Arman Hilmioğlu

2 Ağustos 2009 Pazar

20 @ İstanbul

Koskoca veya küçücük 20 gün :) Hayatımın en güzel yazılarını yazdığım, en tatlı eğitimini geçirdiğim, ilk chat programını yazdığım (yakında hizmetinizde su an son ayarlamalar) en güzel hikayelerini okuduğum (kendi kutup yıldızını bul diye bi kitap kesinlikle alın kaçmaz) kesinlikle en çok rakı içtiğim, bağıra bağıra kanun, keman ve tefle beraber "Bu akşam bütün meyhanelerini dolaştım istanbulun" söylediğim, eve en erken 11'de geldiğim manyak ötesi güzel zaman dilimi. Böyle söyleyince küçücük oluyo işte :) Herşeyi bir yana hangi birinden başlasam bilemiyorum Rock'n Coke mu desem, fasıl mı desem, hatta bak şimdi aklıma geldi vapurda yağmur yağdı =)) iyi tanıyanlar bilir hastasıyımdır yağmurun böyle bi şans olur mu ya vapurda yağmur :) mükemmeldi tek kelime ile... O zaman sırayla gidelim, anlatıcak çok şey olunca. Önce Rock'n Coke.

Aslında sadece linkin park için gittiğim düşünülürse tahmin ettiğimden çok daha fazla eğlendim diyebilirim :) zaten çok erken gitmedim ben gittiğimde manga ve kartel sahnedeydi, ondan sonraki grupları dinledim işte, bildiğim şarkılarına eşlik ettim. LP çok bekletti işin doğrusu, yanımdaki elemanların küfürlerini unutamıyorum =) Chester'ın performansı mükemmeldi tek kelimeyle, özellikle (ki sanırım en kalabalık söylenen şarkılar oldular) Breaking the habit, What I've done, numb (bunun encore hali daha güzel) ve tabiki klasik "in the end" süperdi. özellikle numb intro başladığında yanımdakiler ağlamak istiyorum diyodu =) Sonuçta gittiğime fazlasıyla değdi, üstelik konser gününden bir gün önce tonla eşyayı taşıdıktan sonra bi de çağrıyla beraber muhabbeti de bulunca ya lanet olsun konsere "bi daha gelsinler" demiş olmama rağmen. Tabi sonra seneye ne olur belli olmadığından salla dedim ya gidip dinleyim. Heheh - in the end - çabuk verilen bir karar ve pozitif sonuç =) Rock'n Coke un en deli tarafı beni öldürecekler olsalar da aklıma gelmeyecek onlarca tanıdık insan görmüş olmam oldu, özellikle engin'e burdan çok çok selam ederim (bi de bana niye çadır kurmadın dedin ya abi helal olsun =) IBM ruhu bu işte :P

Rock'n Coke'u geçtikten sonra aslında gezdiğim yerleri özetlemek lazım ama o kadar çok yer var ki ve o kadar tatlı hikayeler hiçbirini özetlemek istemiyorum onları başka bi zaman yazarım artık.

Geldik eğitime. Aslında faydalıydı cidden bilmediğimiz şeyler öğrendik. Her ne kadar java üzerinde biraz gereksiz uğraştığımızı düşünsem de WebSphere ve RAD eğitimleri bence çok verimli geçti. Yarışmadan hatırladığımız arkadaşları görmek güzeldi :) (Mehmet Yavuz'a selamlar) Özellikle bütün kıbrıs ekibine eğitime kattıkları kahkahalar ve gözlerimizden gelen yaşlar için çok çok teşekkür ediyorum. Umarım seneye de aynı ekip fire vermeden bir eğitim yapılması durumunda katılabilir. IBM eğitimlerini Sibnet isimli bir firma veriyor, ve bu firma alanında uzman, sibnet sadece eğitim vermekle ilgilenirken, kardeş firması da yazılım yapıp satıyor. Sibnetten Kemal hocayı tanımak da çok keyifliydi, gerçekten çok eğlenceli bir öğretmen olup dersi sallamayan insanlara da herhangi bir tersliği olmadı. Üstelik bizle beraber güldü eğlendi, umarım eğitim alan herkes bir gün böyle bir eğitmenle çalışma şansı bulur. Eğitimler 9.30 da başlayıp 4.30 da bitti; hafta içi günleri gittik, hemen hemen iş saatleri arasında yani. her ne kadar zaman zaman Mehmet Yavuzun da katkıları ile 2 saatlik bir öğlen tatili yapmış olsak da bu saatlere sadık kalındı denilebilir. Çorbaların biraz gelişmesi lazm buradan yetkililere sesleniyorum, arka arkaya bezelye, brokoli, mantar, ıspanak vs çorbası yapılmaz. Araya bi şehriye, tarhana, domates benzeri çorbalar konulur ki insanların ağız tadı değişsin sürekli ot yemesinler.



Timur Chat: Az kaldı gençler (you know yourselves G&Ç). yaklaşık 2 yıllık bir süreçte gelişen kendi chat programımız olayının sörvır tarafını yazmaktayım. Kısa bir süre içerisinde kendi instant messaging programımız olmakla kalmayacak, aynı zamanda voice chat özelliği de eklendikten sonra bizleri skype'dan kurtarabilmeyi ümit ediyorum (ama tabi ki telefonları arayamayacaksınız, onu da yaparsam burda işim ne olm :P yapılır da kaynak lazım :))) Her neyse kısa süre içerisinde hazır olmasını tahmin ettiğim, öngördüğüm ayarlamaya calıştığım bu illet programı zamanı geldiğinde kullanırken çok keyif alacağımıza inanıyorum. Az biraz sıkın dişinizi heheh :) Adını "gaç" koymadım saçma sapan bi isim olmasın diye, onun yerine her baktığımızda gülümseticek bişi buldum "Timur" =) "What were the elephants doing in ankara" diyorum, burdan yıldırım bayezid'e bi selam çakıyorum, Timurun çadırında bi çay içiyorum ve devam ediyorum...


"We just fly away.." Kars. Çok az kaldı. Hatta o kadar az kaldı ki şimdiden kendimi özlediğim doğunun erkenden dağların arasından doğan güneşine, az oksijenli yüksek rakımına, kuru havasına, sayısız tarihi eserine, abuk subuk yerlerden gelen göçmenlerine, akşamları montlu balkon toplantılarına, büyük kuzenimle boğuşmaya, küçük kuzenimi ısırmaya ve tekrar ısırmaya, evin tatlı mı tatlı annesine, komik mi komik babasına; ve tabiki (and the oscar goes to!!) bendenizi büyütüp besleyen yumuşacık elli, yumuşacık yürekli inatçı mı inatçı bir tanelerin bir tanesi derdimi sesimden, sevincimi gözümden okuyabilen yek insan anneanneye sarılmaya çoktaaan hazırladım. Bu defa daha da çok okuyup geliyorum oraya, sizlere davut ile goliath'ın hikayesini, ani harabelerini, kars kalesini, rus sokağını, anlatcam, gezcez oraları beraber. İstanbuldan ikinci defa topunuzu selamlıyorum ve tekrar ediyorum kendinizi hazırlayın. 7-10 gün arasında kalmaya geliyoruz. We gonna rock your world :)